Şöyle ya da böyle 20. yüzyıl küresel ekonomik sistem mimarisi ABD tarafından şekillendirilmiştir. Bretton Woods Sistemini tasarlayıp yöneten Washington II. Dünya Savaşı sonrasında GATT-DTÖ ilkelerine dayalı, yine birçok kusur ve eksikliklerine rağmen liberal, çok taraflı bir ticaret düzenini savunmuştur. Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne katılmasıyla elde ettiği hızlı ihracat ivmesi sayesinde 2009’da ABD’yi geride bırakması, ardından yaşanan derin 2008 finansal krizi ve BRICS ülkelerinin etkili bir platform olarak mevcut sisteme meydan okuması, Atlantik ülkelerinin dünyanın geri kalanına karşı rekabet gücünü kaybetmesiyle birleşince, Washington’un geleneksel süper güç ya da sözde “hegemon” rolünden hızla uzaklaşarak farklı bir dış ekonomik politika izlemeye başladığı görülüyor. Bu süreçte korumacılık, Amerikan dış ticaret politikalarına hakim hale gelmiş, güvenlik politikaları dahi Trump gümrük vergileriyle birlikte değerlendirilir olmuştur. Trump döneminde ABD, tarife ağırlıklı ticari koruma oranını ortalama yüzde 2,5’ten yüzde 20’lerin üzerine yükseltmiş, dost-düşman ayırt etmeksizin neredeyse tüm ülkelere gümrük vergilerini artırmıştır. Washington bu arada DTÖ ilke ve kurallarına aykırı devasa sanayi sübvansiyon programlarını fütursuzca devreye sokarak kendine has bir sanayi stratejisi uygulamaya başlamıştır. Böylece, dünyanın en gelişmiş ekonomisi olan ABD, ileri bir ekonomi değilmişçesine, adeta Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) çerçevesinde “gelişmekte olan ülke” statüsüne sığınmaya çalışan, tamamen korumacılık temelli bir dış ticaret politikası uygulamaya başlamıştır.
ABD’nin bahse konu ironik defansif ticaret politikaları, tarihsel olarak Alexander Hamilton ve Friedrich List’in temsil ettiği 19. Yüzyıl ‘bebek endüstrilerin’ yüksek gümrük duvarlarıyla desteklendiği sanayi korumacılığına ve devlet destekli kalkınma stratejileri anımsatmaktadır. 200 yıl öncesinde Hamilton’ın “bebek endüstrilerin korunması” fikri ve List’in “ulusal politik iktisat” vizyonları, günümüzde adeta ABD’nin ticaret politika yapıcıları tarafından sentezlenmiş, yeniden vizyona sokulmuş gibi görünüyor. Ancak Hamilton ve List’in stratejileri, uzun vadeli kalkınma hedefleriyle planlı sanayi yapılanmasını öngören yaklaşımlar olup ABD’nin 18. yüzyılın sonlarında ve 19. yüzyıl başlarında kendisini bir “gelişmekte olan ekonomi” olarak konumlandırdığı dönem için geçerliydi. O dönemde Hamiltoncu ve Listçi politikalar, bebek endüstrileri koruyarak ulusal sanayiyi inşa etmeyi hedefliyordu. Buna karşılık, kalkınmanın zirvesine ulaşmış ve durağan büyüme dönemine girmiş süper güç ABD’nin bu günlerde uyguladığı sanayi korumacılığı o günlerdeki nedenlerle gerekçelendirmek doğru olmayacaktır. Halihazırda Trump yönetimiyle birlikte ABD daha çok refleksif, iç siyasete odaklı, uluslararası rekabetten korkan, bu sebeple de adeta “gelişmekte olan ülke” saikiyle kısa vadeli korumacı adımlar atan bir aktör görüntüsü vermektedir. ABD, süper güç kimliğini sürdürmeye çalışırken, tarihsel olarak ve bir gelişmekte olan ekonomi iken kendisine özgü uyguladığı yaklaşımları bu günlerde uygulaması bir anomali gibi duruyor. Sam Amca içine girdiği rekabet korkusu sebebiyle sanki, “gelişmekte olan bir ekonominin taktiksel çaresizliklerini” yeniden ödünç almakta; küresel ekonomik düzeni, hasımları, tarafsız gördüğü ülkeleri ve hatta ittifak ilişkilerini adeta iktisadi ilişki testinden geçirmektedir.
Kalkınmanın zirvesinden Hamiltoncu “Bebek Endüstriler Tezi”ne dönüşBRICS ve diğer gelişmekte olan ülkeler karşısında göreceli bir gerileme yaşasa, hatta satın alma gücü paritesi (PPP) açısından Çin tarafından geride bırakılmış olsa bile, ABD ekonomisi tüm tartışmalı politikalarına ve hegemonik gerileme tezlerine rağmen hâlâ küresel ekonominin merkezinde yer alıyor. 25 trilyon doları aşan gayri safi yurtiçi hasılasıyla dünya ekonomisinin yaklaşık dörtte birini tek başına temsil eden ABD, finansal piyasaların derinliği, doların rezerv para statüsünün devamı ve teknoloji-inovasyon kapasitesiyle hala güçlü bir ağırlığa sahiptir. Silikon Vadisi’nden Wall Street’e, biyoteknolojiden yapay zekâya kadar uzanan geniş bir spektrumda belirleyici rol üstlenmekte; küresel yatırımların yönünü şekillendirmekte ve ekonomik standartları belirlemektedir. Enerji bağımsızlığına yaklaşması, tarımdaki yüksek verimlilik düzeyi ve üniversite-araştırma altyapısıyla bilgi ekonomisine yön veren kapasitesi, ABD’yi hâlâ “sistem kurucu” bir aktör kılmaktadır.
Ne var ki bu yapısal üstünlüklere rağmen, jeoekonomik reflekslerini giderek daha fazla küresel ağırlık merkezinin Asya’ya kayışı, BRICS ülkelerinin yükselişi ve rakip ekonomilere karşı artan rekabet kaygısı belirlemektedir. Bu nedenle ABD, dünyanın en gelişmiş ekonomisi olmasına rağmen, hegemonik üstünlüğünü muhafaza etme arzusuyla ticaret politikalarında ve jeopolitik açılımlarında adeta bir “gelişmekte olan ülke” refleksi sergilemektedir. Bu istisnai durum, ABD’nin jeoekonomik stratejilerini hem müttefikler hem rakipler açısından belirsiz ve tartışmalı kılmakta; süper güç kimliğini sarsan paradoksal bir görünüm yaratmaktadır.
Trump yönetiminin ticaret politikaları, yüzeyde 18. yüzyıl sonu Hamiltoncu sanayi korumacılığına nostaljik bir dönüş gibi görünse de, Hamilton’un derinliği ve sistematiğinden oldukça uzaktır. Hamilton’un 1791 tarihli Report on Manufactures raporunda öngördüğü gibi tarifeler ve sübvansiyonlar, yalnızca koruma aracı değil; devlet gelirlerini artıran, iç talebi besleyen ve ekonomik çeşitlenmeyi stratejik bağımsızlıkla birleştiren uzun vadeli bir vizyonun parçasıydı. Bugün ise ABD, dünyanın en gelişmiş ekonomisi olmasına rağmen, otomotivden çipe, savunmadan yenilenebilir enerjiye kadar küresel lider sektörlerine “bebek endüstri” muamelesi yapıyor. Ancak bu politikalar, planlı kalkınma stratejisinden çok, refleksif ve günübirlik bir korumacılığa dayanıyor. Dost-düşman ayrımı gözetmeyen, müttefiklerle dahi sürtüşmelere yol açan bu yaklaşım, ABD’yi zaman zaman “gelişmekte olan ülke” refleksleriyle hareket eden bir süper güç konumuna indiriyor. Bu stratejik paradoks, jeoekonomik alanı yeniden şekillendirirken, BRICS ülkelerine de cömert bir manevra alanı bırakıyor.
Hegemonik gerileme, rekabet korkusu ve jeoekonomik refleksler
ABD, Bretton Woods düzenini kuran lider konumundan, bugün aynı sistemi aşındıran bir aktör konumuna evrilmiş durumda. Hamilton ve List’in kalkınmacı vizyonundan esinlenen tarifeler, sübvansiyonlar ve gümrük tehditleri, planlı bir sanayi stratejisinden ziyade reaksiyoner, günübirlik ve taktiksel hamleler hâline geliyor. Latin Amerika’nın 1950–1970 arasındaki İthal İkamesine Dayalı sistem tecrübesi, kalkınma planları, kalkınma bankaları ve üretim hedefleriyle sistematik bir mimari sunarken; ABD’nin refleksif korumacılığı yalnızca mevcut lider sektörlerini dış rekabetten korumaya odaklanıyor. Stratejik bir mimari yerine, kısa vadeli politik mesajlar ve rekabet korkusu öne çıkıyor. Özellikle Çin ile yarı iletken ve yapay zekâ rekabetinde “bebek endüstri” mantığının yeniden canlandırılması, ekonomik olmaktan çok jeoekonomik ve psikolojik bir üstünlük arayışıyla şekilleniyor. Hamiltoncu Bebek Endüstriler Tezinin siluetinin zamanımıza yansıyan yaratıcı- yıkıcı çelişkileri, ABD’nin hegemonik refleksleriyle birleşerek jeoekonomik arenada yeni bir kırılma yaratıyor. Ancak bu kırılma, ABD’yi ittifak ilişkilerinde güven aşınmasına, küresel ekonomik sistemde ise savrulmaya mahkûm ediyor.
Gelişmekte olan ülke kisvesine sarsılan bir hegemon
ABD, tarihsel olarak Hamiltoncu, Amerikan İktisadi Milliyetçiliğine dayalı korumacılık mirasını modern biçimde uygulamaya çalışsa da, bugün bu çaba çoğunlukla sağlam iktisadi temellere dayanmayan, doğaçlama ve kısa vadeli politik refleksler üzerinden şekilleniyor. Hamilton ve List’in öngördüğü sistematik sınai kalkınma stratejilerinin aksine, Trump dönemi ve sonrası tarifeler, gümrük tehditleri ve sübvansiyonlar, hegemonik bir süper gücün büyük ölçüde ekonomik mantığı zayıf ve hatta çoğu zaman ABD ekonomisi aleyhine bir korumacılığın dışa vurumu olarak ortaya çıkıyor. Otomotiv, çip, havacılık ve savunma sanayii gibi küresel lider sektörlerin “bebek endüstri” muamelesi görmesi ve enerji-sürdürülebilirlik teşvikleri, ABD’yi fiilen bir “gelişmekte olan ülke” gibi konumlandırıyor. Bu dramatik stratejik paradoks, hegemonik sorumlulukla kısa vadeli üstünlük kaygısının birleşerek jeoekonomik gerilimleri körüklemesini gözler önüne seriyor. Mütekabiliyete dayalı tarife politikaları ve tarım sübvansiyonları, Transatlantik ve Trans-Pasifik ilişkilerde tektonik sarsıntılar yaratıyor. Çelik ve alüminyum tarifeleri, AB, Kanada ve Meksika ile ilişkileri gererken; Washington’un 2018 yılında TPP’den çekilmesi 2020 yılında imzalanan RCEP anlaşmasına ABD müttefikleriyle birlikte dahil olan dünya ekonomisinin ağırlık merkezi haline gelmiş Doğu Asya ekonomik alanında Çin’in elini güçlendirmiş görünüyor.
Diğer yandan önümüzdeki yıllarda küresel ekonomide liderlik yarışı, ticaret ve sanayi politikalarının stratejik derinliği ve tutarlılığı ile doğrudan bağlantılı olacak gibi görünüyor. Mevcut haliyle ilerlemesi durumunda, kuralsız, dost düşman ayırt etmeyen, çok taraflılığı dikkate almayan, keyfi ve tek taraflı ticaret politikalarının bir sonucu olarak, ABD, bazı taktik kazançlar bir yana, günün sonunda, sadece kendi oyununda savrulan bir aktör olarak daha hızlı güç kaybedecek gibi görünüyor. Washington’un bu modern zamanlar “gelişmekte olan ülke sanayileşme” taktiği, kısa vadeli ekonomik güvenliği ve teknolojik üstünlüğü korumanın ötesinde, küresel ticaret sistemini, küresel güçler arasındaki yeni güç dengelerini ve hegemonik stratejiyi kendi aleyhine yeniden tanımlayan, yaratıcı-yıkıcı bir jeoekonomik ironiyi ortaya koyuyor. ABD, II. Dünya Savaşı sonrası kendi ilan ettiği sözde hegemonik sorumlulukları ile halihazırda ortaya koyduğu gelişmekte olan ekonomi refleksleri arasında sıkışmış, küresel sistemin hem kurucusu hem de sınayanı olarak yeni bir paradigmaya sürüklenmiş görünüyor.