Salgın sonrasında dönemde dünya artık alışveriş için yakın komşuları tercih ediyor. Tedarik zincirinde herhangi bir aksaklık olması, dünyanın hiçbir yerinde dış pazar müşterisini kaybetmek için sebep olmamalı elbette. Ülkemiz açısından coğrafi konumumuz bu denli elverişliyken, burayı daha büyük bir üretim ve ticaret merkezi haline getirmek adına elimizde ne var diye uzaklaşıp bakmak istiyorum.
Dünya için bahsettiğim tedarik kaynaklı riskler, Türkiye’nin Avrupa, Orta Doğu ve ABD’nin doğu yakası için önemli bir lojistik merkezi olma potansiyelini ön plana çıkarıyor. Mevcut durumda yirminin üzerinde serbest ticaret anlaşmamızla, ihracatımızın nerdeyse yarısını yıllardır Avrupa’ya yapıyoruz.
Mevcut durumda yaptığımız ihracat ağırlıklı olarak otomotiv, tekstil, beyaz eşya, mobilya (kahverengi eşya) gibi sektörlerden geliyor. Ayrıca çelik, alüminyum, petrol ürünleri ve maden ihracatımızı öne çıkarabiliriz. Madene özellikle parantez açmamın sebebi ise Çin ile özel bir ticaret anlaşmamız olmamasına rağmen, Türkiye’nin Çin’e olan ihracatının yüzde 40’tan fazlasını madenler oluşturuyor. Her ne kadar lojistik anlamında uzak olsa da Çin gibi nüfus açısından büyük potansiyeli var diyebileceğimiz ABD ile ticaretimizde ise tekstil ürünleri başı çekiyor.
Ülkemiz 80 milyonun üzerinde bir nüfusa sahip. Genç ağırlıklı. Bu tüketim açısından, dışarıdan nihai tüketiciye ürün üretmek isteyen açısından da elverişli görünüyor. Ama burada üretim yapmak isteyen açısından elbette zorluklar var. Çünkü toplam giderler içerisinde işgücü ve enerjinin maliyeti, Asya ve Kuzey Afrika ülkelerine göre yüksek kalıyor. Türkiye’de üretimi anlamlı kılmak ve doğrudan yatırım çekmek açısından bu maliyetleri önemli buluyorum. Burada üretim yapmak, sadece ihracat üzerine kurulu olmayıp iç pazara da hitap edebilmeli.
Genel itibarıyla ihracat yapmak zorundayız. Şartlar üreticiyi mevcut durumda enflasyon kaynaklı dış pazara itiyor olabilir ama senelerdir büyüme kurgumuz da döviz kazandırıcı mal ve hizmetlere dayalı. Ancak iç pazarın her ne kadar alım gücü zayıflamış olsa da buraya satış yapmamanın enflasyon açısından da handikap yarattığını düşünmek gerekir. Zira arz açığının enflasyon yarattığını da yakın geçmişte, salgın sonrası dönemde tüm dünya tecrübe etti. Salgından normalleşmeye geçerken, evde oturmaktan sıkılan tüketici, aşırı tüketime geçmişti.
Üretime yetişememek de enflasyon yaratmıştı hatırlatmak gerekirse.
Tüm bu yazdıklarımı özetle toparlamak gerekirse lojistik avantajımızı kullanıyoruz. Yakın komşularımızla marjlarımız elverdikçe ihracatçı arayı sıkı tutuyor. Uzak pazarların potansiyeli yüksek, çünkü tüketime doymamış kalabalık nüfusları var. Üretim sadece ihracat üzerine kurgulanmamalı, iç pazara da ürün satmayı daha anlamlı hale getirmeliyiz. Elbette elde belli bir kaynak var, dolayısıyla üretim kapasitesini artırmak bugünden bakınca kolay değil. O zaman yatırımcı çekmeliyiz. Bunun için de neden başka herhangi bir yerde değil de, Türkiye’de üretim yapmalı kısmını daha cazip kılmak için bir şeyler yapmak gerekiyor. Operasyonel maliyetler ya da vergi avantajları doğrudan yatırımı çekmek açısından diğer ülkelerle kıyaslandığında mevcut durumun dezavantajlı olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla üretim kapasitesinin artması gerekiyor. Bunu yapmak ise elbette kolay değil ve kaynak ihtiyacı var. Bu kaynakları biz yaratamıyorsak, yabancı yatırımcının gelmesi önünde göreli rekabet avantajlarından hangilerini, nasıl sağlayabiliriz konusunda kafa yormamız gerekir diye düşünüyorum.