Soğuk Savaş sonrası dönemin ekonomik reçetesi olarak Washington Uzlaşması, özellikle 1990’larda gelişmekte olan ülkelere IMF, Dünya Bankası ve ABD Hazine’si aracılığıyla dayatılan neoliberal politikaları simgeliyordu. John Williamson, 1989 yılında “Washington Uzlaşması” kavramını ortaya atan Britanyalı bir iktisatçıdır. Bu kavram, Latin Amerika ülkelerinin yaşadığı finansal krizler karşısında çözüm olarak öne sürülen ve Washington merkezli kurumlar — Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve ABD Hazine Bakanlığı — tarafından geniş ölçüde desteklendiği düşünülen 10 piyasa odaklı politika reformunu ifade etmektedir. John Williamson’ın kavramsallaştırdığı bu çerçeve; somut olarak mali disiplin, özelleştirme, deregülasyon ve devletin küçültülmesi gibi ilkeler üzerine kurulmuştu. Bu model, bir dönem için küresel ekonomi politikalarının neredeyse “tek geçerli paradigması” haline gelse de, kısa sürede yarattığı eşitsizlikler, kırılganlıklar ve siyasal istikrarsızlıklar nedeniyle yoğun eleştiriler almıştı.
John Williamson’ın 1989’da ortaya koyduğu Washington Uzlaşması, aslında Batı’nın özellikle Latin Amerika’ya yönelik bir tür “ekonomik reçete” veya akıl verme doktrini niteliği taşıyordu. IMF, Dünya Bankası ve ABD Hazine Bakanlığı tarafından desteklenen bu on maddelik neoliberal reform paketi, özelleştirme, mali disiplin, serbest ticaret ve deregülasyon gibi unsurlarla, gelişmekte olan ülkelere krizden çıkış yolu olarak sunulmuştu. Ancak zaman içinde Washington Uzlaşması, küresel güneyde yoksulluğun derinleşmesi, eşitsizliklerin artması ve kalkınma stratejilerinin tek boyutlu hale gelmesi gibi eleştirilerin hedefi oldu.
Bugün ise dikkat çekici bir biçimde, küresel jeoekonomik dengelerin değiştiği, ABD ve Batı ekonomilerinin göreceli güç kaybettiği bir dönemde, yeni bir paradigma tartışması ortaya çıkıyor: “Londra Uzlaşması”. Londra İktisat Okulu (LSE Press) tarafından 2024’te yayımlanan Towards a London Economic Consensus (ed. Tim Besley & Andrés Velasco) bu bağlamda öne çıkan bir çalışma. Kitap, önde gelen ekonomistleri, siyaset bilimcileri ve kamu politikası uzmanlarını bir araya getirerek Washington sonrası döneme alternatif bir çerçeve sunuyor.
Bu yeni yaklaşım, yalnızca teorik bir düzlemde kalmıyor; devlet kapasitesinin güçlendirilmesi, kapsayıcı büyümenin desteklenmesi, yeşil dönüşümün hızlandırılması ve sosyal politikaların merkezileştirilmesi gibi somut politika alanlarına vurgu yapıyor. Bir başka deyişle, Washington Uzlaşması’nın tek yönlü, dışlayıcı neoliberal şablonuna karşın Londra Uzlaşması, Batı’nın da geçmişteki hatalarını kısmen kabul ederek hem kendisine hem de küresel güney ülkelerine daha “samimi” bir ortak kalkınma vizyonu geliştirme çabası olarak okunabilir. Bu da, jeoekonomik düzeyde yalnızca bir paradigma kayması değil, aynı zamanda Batı’nın uluslararası meşruiyetini yeniden inşa etme arayışı olarak önem kazanıyor.
Yeni konsensüsün hedefi: Devleti küçültmek değil, etkinleştirmek
Kitabın giriş bölümünde Tim Besley ve Andrés Velasco (s.1-20), Londra Uzlaşması’nın temel amacını net bir şekilde ortaya koyar: Neoliberal reçetenin aksine, devletin küçültülmesi değil; devlet kapasitesinin güçlendirilmesi ve piyasa ile toplum arasında etkin bir köprü kurabilen kurumsal yapılar oluşturmak. Washington Uzlaşması, devleti bir engel olarak görüp piyasanın serbest işleyişini savunurken; Londra Uzlaşması, piyasanın işleyebilmesi için dahi güçlü bir devlete ihtiyaç olduğunu vurgular.
Bu fark, yalnızca bir “ideolojik kayma” değil, aynı zamanda son otuz yılın deneyimlerinden çıkarılan derslerin bir sonucudur: 2008 küresel finans krizi, pandemi, iklim değişikliği ve jeopolitik gerilimler, piyasa mekanizmalarının tek başına krizlere yanıt veremeyeceğini açıkça gösterdi. Özellikle 2008 finans krizinden sonra Batı ekonomilerinin toparlanma sürecinde, 2009 sonrasında Çin’e yönelik ihracat bağımlılığı belirginleşmiş; bu durum Batı’nın da kendi içinde sübvansiyonlar, sanayi politikaları ve devlet destekleri üzerinden adeta “developmental state” benzeri bir yaklaşımı yeniden keşfetmesine yol açmıştır. ABD ve Avrupa’nın rekabet kaygıları, bu dönemde yalnızca devletin geri dönüşünü değil; aynı zamanda DTÖ’nün işlevsizleşmesini, korumacılığın yükselişini ve ticaret savaşlarının başlangıcını da beraberinde getirdi.
Burada dikkat çekici olan nokta şu: Londra Uzlaşması’nın teorisyenleri ve katkıda bulunan yazarları bunu “yeni bir küresel vizyon” olarak sunarken, aslında bu samimi yaklaşım büyük ölçüde pozitif iktisadi düzlemin dayattığı bir mecburiyetin ürünüdür. Başka bir ifadeyle, piyasaların kendi başına krizi yönetemediğini gösteren tecrübeler, “normatif idealizmden” ziyade, soğuk bir zorunluluk üzerinden devleti yeniden sahneye çağırmıştır. Dolayısıyla Londra Uzlaşması, yalnızca bir entelektüel açılım değil; Batı’nın küresel güç kaybı karşısında, pozitif gerçeklerin çizdiği çerçevede kendine biçtiği zorunlu bir revizyon projesidir.
Farklı alanlarda yeni yaklaşımlar
Kitap, yedi ana bölüm ve on yedi yazarın yaptığı katkılardan meydana gelmekte olup Londra Uzlaşması’nın farklı boyutlarını ayrıntılandırıyor.
• İnovasyon ve verimlilik: Philippe Aghion ve John Van Reenen, “yeşil ve kapsayıcı büyüme” fikrini merkeze alarak, yalnızca teknoloji odaklı değil, aynı zamanda toplumsal eşitliği gözeten bir üretkenlik artışını öne çıkarmaktadırlar. Dani Rodrik ise “productivism” kavramıyla, devletin üretim süreçlerini yönlendirmesi gerektiğini ifade etmektedir. Bu tartışmalar, neoliberal dönemin “devlet geri çekilsin, özel sektör yapsın” anlayışını kökten tersine çeviriyor.
• Ticaret: Dave Donaldson, Washington sonrası dönemde ticaretin hem kazançlar hem de kayıplar yarattığını göstermektedir. Ricardo Hausmann ise ihracat merkezli büyüme modellerini yeniden değerlendirmektedir. Burada amaç, küresel ticareti eşitsizlikleri artırmayan, kapsayıcı bir mekanizma hâline getirmektir.
• Makroekonomi: Ricardo Reis ve Andrés Velasco, mali politika ve kamu borcu yönetiminde aşırı disiplin yerine esnekliğe vurgu yapmaktadırlar. Hélène Rey ise küresel finansal kırılganlıkların devletin aktif rolünü zorunlu kıldığını ortaya koymaktadır.
• Emek piyasası: Christopher Pissarides, geleceğin iş gücü piyasasında dijitalleşme ve otomasyonun etkilerini tartışmaktadır. Oriana Bandiera ve Barbara Petrongolo, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin yalnızca sosyal değil, ekonomik verimlilik sorunu olduğunu göstermektedirler.
• Sosyal Politika: Francisco Ferreira, eşitsizlik konusunda yeni bir uzlaşı olduğunu ortaya koyuyor. Nicholas Barr ise refah devleti kurumlarının neoliberal dönemde göz ardı edilen rolünü vurguluyor. Lant Pritchett, eğitimde öğrenme krizine işaret ederken; Alistair McGuire ve Joan Costa-i-Font, sağlık politikalarının dayanıklılık boyutunu ön plana çıkarıyor.
• Çevre ve İklim: Robin Burgess ve Tim Dobermann, iklim ekonomisinin bilgi eksikliklerini tartışıyor. Elizabeth Robinson, düşük ve orta gelirli ülkelerde iklim stratejilerinin farklı tasarlanması gerektiğini ortaya koyuyor.
• Devlet kapasitesi: Tim Besley ve Torsten Persson, liberal ekonomik politikaların liberal politik kurumlarla ilişkisini inceliyor. Dan Honig, Adnan Khan ve Joana Naritomi, devlet kapasitesi inşasının zorluklarını ve “copy-paste” modelin tehlikelerini vurguluyor. Matthew Andrews ise başarılı reformların yerel adaptasyon gerektirdiğini gösteriyor. Beş prensip: Londra uzlaşmasının çekirdeği Besley ve Velasco, kitabın giriş bölümünde Londra Uzlaşması’nı tanımlayan beş temel ilkeyi ortaya koyuyor:
1. Üretkenlik ve inovasyon odağı – Büyüme yalnızca sermaye ve iş gücü birikimiyle değil, yeşil ve kapsayıcı inovasyonla desteklenmelidir; böylece ekonomik ilerleme toplumsal eşitsizlikleri artırmadan gerçekleşebilir.
2. Ticaretin yeniden dengelenmesi – Uluslararası ticaretin kazançları, toplumun geniş kesimlerine fayda sağlayacak şekilde yönlendirilmektedir; eşitsizlikleri derinleştiren tek taraflı modeller eleştirilmektedir.
3. Esnek makroekonomik politikalar – Maliye ve para politikaları bağlama duyarlı kılınmakta, katı kurallar yerine adaptif ve proaktif araçlar kullanılmalı; krizlere hızlı yanıt verilebilmeli.
4. Toplumsal kapsayıcılık ve devletin artan rolü – Eğitim, sağlık ve sosyal refah alanlarında devletin aktif rolü olmadan sürdürülebilir kalkınmanın mümkün olamayacağı vurgulanır; kapsayıcı politikalar toplumsal istikrarı güçlendirir.
5. Devlet kapasitesi ve meşruiyetin önemi – Etkili politika tasarımı kadar uygulanması da önem arz ederken bunun için güçlü, güvenilir ve meşru devlet kurumlarının varlığı önem kazanıyor.
Yeni uzlaşmanın bel kemiği olarak devlet
Kitapta öne çıkan temel farklılıklardan biri, devlet kapasitesine yapılan vurgu. Honig, Khan ve Naritomi, devlet kapasitesi olmadan sağlam piyasa kurumlarının kurulamayacağını; ürün güvenliği, iş sözleşmeleri ve borç ödeme mekanizmaları gibi temel ekonomik altyapının bile bu kapasiteye bağımlı olduğunu göstermektedir. Andrews ise devlet kapasitesinin “ithal edilemeyeceğini” ve her ülkenin kendi sosyo-ekonomik bağlamına uygun adaptif süreçler geliştirmesi gerektiğini özellikle belirtiyor.
Bu yaklaşım, Washington Uzlaşması’nın “küçük devlet” idealinin yerine, Londra Uzlaşması’nın “etkin ve meşru devlet” fikrini ortaya koyuyor. Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezinde öne sürdüğü liberal- demokratik iyimserliğin, 2008 küresel finans krizi ile sarsılması, devletin ekonomide yeniden aktif rol üstlenmesinin kaçınılmazlığını ortaya koymuştur. Bu gelişme, neoliberal dönemin piyasa merkezli paradigma sınırlarını aşmakla kalmamış; aynı zamanda jeoekonomik bağlamda da Batı ve diğer küresel aktörler için devletin stratejik rolünün yeniden keşfini zorunlu kılmıştır. Londra Uzlaşması, böylece yalnızca teorik bir yeniden tanımlama değil, aynı zamanda krizler, küresel rekabet ve jeopolitik dönüşümlerin dayattığı yeni devletçiliğin pratik bir yansıması olarak da okunabilir.
İki uzlaşmanın hikayesi: Washington ve Londra
Washington Uzlaşması, devletin geri çekilmesini ve piyasanın kendi başına düzenini kurmasını talep ederken; Londra Uzlaşması, devletin kapasitesini güçlendirmeyi, toplumsal meşruiyetle donatmayı ve ekonomik politikaları çevresel ve sosyal sürdürülebilirlik hedefleriyle entegre etmeyi amaçlıyor. Jeoekonomik bağlamda, bu kayma sadece bir ideolojik tercihten ibaret değil; ABD ve Batı ekonomilerinin küresel göreceli güç kaybı, Çin ve BRICS ülkelerinin yükselişi ve 2008 finans krizinin yarattığı boşluk, devletin aktif rolünü zorunlu hale getirdi. Hegemonya çözülürken, Londra Uzlaşması yeni bir paradigma olarak hem Batı’nın hem de küresel aktörlerin piyasa ve devlet etkileşimini yeniden tasarlama zorunluluğuna işaret ediyor.
“Sonuç: Batı kapitalizmi için yedek lastik mi?
Londra Uzlaşması, Washington Konsensüsü’nün aksine, tek tip bir reçete dayatmak yerine bağlamsal uyarlanabilir ilkeler önermektedir. Bu yaklaşım, devlet kapasitesinin güçlendirilmesi, kapsayıcı büyüme, yeşil dönüşüm ve sosyal politikaların entegrasyonu gibi konularla neoliberal paradigmanın ötesine geçmektedir. Jeoekonomik açıdan bakıldığında, Londra Konsensüsü, ABD ve Batı ekonomilerinin küresel göreceli güç kaybı, Çin ve BRICS ülkelerinin yükselişi ve finansal krizlerin ortaya koyduğu piyasa kırılganlıkları bağlamında şekillenmiştir. Bu nedenle, yaklaşımın esnekliği ve kapsayıcılığı, onu yalnızca bir Avrupa tartışması olmaktan çıkarıp, küresel ölçekte uygulanabilir potansiyele sahip bir çerçeve hâline getirmektedir.
Ancak burada kritik bir soru ortaya çıkmaktadır: Londra Konsensüsü, Washington Konsensüsü gibi küresel politik- ekonomik düzenin hegemonik belirleyicisi olabilecek mi, yoksa Batı merkezli bir normatif tartışmanın ötesine geçemeyecek mi? Hegemonya çökerken, Londra Konsensüsü’nün sınırlı gücü, hem Batı’nın eski ayrıcalıklarını koruma çabalarını hem de yeni ekonomik aktörlerin yükselişini dengeleme ihtiyacını beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda, Londra Konsensüsü, bir paradigma değişikliğini işaret ederken, aynı zamanda hegemonik güçler arasındaki rekabetin ve devlet- piyasa ilişkilerinin yeniden şekillenmesine dair ipuçları sunuyor.