Son 25 yıldır dünya, belirsizliklerin yarattığı bir türbülansın içinden geçiyor. Toplumlar da bu türbülansın şekillendirdiği yeni yönetim biçimleriyle karşı karşıya. Liderler üzerinden yürütülen ülke politikaları dünyada yayılımını her geçen gün artırıyor. Pandemi, dünyada enflasyonun yükselmesi, iklim krizi, savaşlar ve göç gibi arka arkaya gelen global gelişmeler, bu durumun başlıca nedenleri arasında yer alıyor. Günün sonunda geldiğimiz noktada dünyada iyimserlikte dramatik bir düşüş var. 43 ülkede gerçekleştirilen Ipsos Global Trendler araştırmasının Eylül ayında yayımlanan sonuçlarına göre, iyimserlik düzeyi geçtiğimiz yıla kıyasla 7 puan azalmış durumda. İyimserlik geriledikçe ve olumsuz bakış açısı daha fazla hakim oldukça, ülkelerin içe kapanması ile karşı karşıya kalıyoruz. Biz bu trendi, Globalleşmede Kırılmalar olarak tanımlıyoruz.
2024 yılı dünyanın yarısından fazlasının oy kullandığı seçimlere sahne oldu. Tarihte en fazla seçimin olduğu ve en fazla oy kullanılan yıldı. Her on seçimden sekizinde o sırada göreve olan partiler ya da liderler, ya iktidarı kaybettiler ya da iktidarda kalsalar da güç kaybettiler. Bu durum, iyimserliğin kötümserliğe doğru evrilmesinin bir sonucuydu ve o sırada iktidarda olanlara çıkarılan bir faturaydı.
Bu ahval ve şerait içinde ülkeler daha çok içe kapanmaya ve kendi ürettikleri ürünleri satın almaya başladılar. Aynı araştırmanın sonuçlarına göre ülkeler ortalamasında her on kişiden yedisi, kendi ülkesinde üretilen ürünleri almayı tercih ettiğini belirtiyor. Türkiye’de de bu şekilde düşünenler benzer oranda (yüzde 64). Özellikle son dönemde globalleşmeye dair en önemli tartışma konularından biri, Trump’ın uygulamaya koyduğu tarifelerdi. Bu konuyla ilgili çok büyük reaksiyonlar olmasına rağmen araştırmanın sonuçlarına göre 43 ülkede katılımcıların yarısı, “Ülkemde yabancı mal ve hizmetlerin ithalatını sınırlamak için daha fazla ticaret engeli olmalı” diyor. Bu sonuç da Trump’ın uygulamaya çalıştığı yeni tarifelerin tamamen zeminsiz olmadığını gösteriyor.
İçe dönüşün ekonomik yansıması: Yerli üretime dönüş
Globalleşmede kırılmaların sinyallerinden bir tanesi de markaları tercih ederken bireylerin markanın orijinini, hangi ülkede üretildiğini önemsiyor olduğu. Türkiye’de de dünyada da yerli üretimin her geçen gün daha fazla desteklendiği kampanyalarla karşılaşıyoruz. Örneğin Meksika’da, 2025 yılında yerli üretimi teşvik etmek ve ithalata olan bağımlılığı azaltmak amacıyla Meksika Malı girişimi yeniden hayata geçirildi. “Hecho en México” (Meksika Malı) adını verdikleri bu ikonik etiket, yerel olarak üretilen ürünleri simgeliyor ve ülkeyi dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına taşıma hedefinin bir parçası olarak konumlandırılıyor. Türkiye’de de benzer şekilde “Yerli Üretim” etiketi kullanılıyor.
Globalleşme dediğimizde tüm dünya pazarını kapsayan dev bir ağdan bahsediyoruz. Ancak ticaretin yoğunlaştığı merkezlere baktığımızda Avrupa’nın hâlâ en kritik bölgelerden biri olduğu inkar edilemez. Türkiye için de en büyük ve stratejik pazar hâlâ Avrupa. Globalleşmedeki kırılmalara rağmen Avrupa’nın gelecekte nasıl bir rekabet gücüne sahip olacağı, Türkiye ekonomisi açısından da doğrudan belirleyici olacak.
Mario Draghi’nin “The Future of European Competitiveness” adıyla Eylül 2024’te yayımlanan rapor, Avrupa’nın karşı karşıya olduğu zorlukları net biçimde ortaya koyuyor. Rapora göre Avrupa, son yıllarda ABD ve Çin karşısında rekabet gücünü kaybetmeye başlamış durumda. Rapordan yola çıkarak bunun temel nedenlerini şu maddelerle açıklayabiliriz:
Yenilikçilik ve teknoloji açığı: Avrupa, ABD’nin teknolojideki dinamizmi ve Çin’in üretim ölçeği karşısında geri kalıyor. Ben bu açığın temel nedenlerinden birinin de yaşlanan toplum olduğunu düşünüyorum.
Enerji maliyetleri ve yeşil dönüşüm: Avrupa, yüksek enerji fiyatları ve iklim hedefleri arasında sıkışıyor. Bu durum, sanayinin rekabetçiliğini zayıflatıyor. Enerjide Rusya’ya olan yüksek bağımlılığı, Avrupa’nın kırılganlığını artırıyor.
Stratejik bağımlılıklar: Kritik ham maddelerde, özellikle de Çin’e olan bağımlılık, Avrupa’nın güvenliğini tehdit ediyor.
Avrupa, potansiyel olarak hâlâ güçlü. Fakat bu gücü, ölçek ekonomisine, üretim kapasitesine ve global ölçekte etkin bir rekabet gücüne dönüştürmekte zorlanıyor. İşte bu noktada Türkiye’nin rolü öne çıkabilir. Türkiye, coğrafi yakınlık sayesinde Avrupa’nın tedarik zincirlerine entegre olma potansiyeline sahip. Görece hala genç ve dinamik olan nüfusuyla üretim ve inovasyon gücü sunuyor. Enerji koridoru rolüyle Avrupa’nın enerji arz güvenliğinde stratejik bir köprü oluşturabilir ve çeşitlenmiş üretim kapasitesiyle Avrupa’nın tedarik risklerini azaltabilecek bir ortak olarak konumlanabilir.
Belirsizlik ortamında bölünen toplumlar
Bilinmezliğin bir diğer meyvesi ise toplumların içerisindeki birçok alt kümenin daha çok belirginleşmesi, toplumların kendi içinde bölünmeye başlaması. Bunu sadece politik bölünme olarak algılamak doğru olmaz. Farklı gelir grupları, farklı yaşlar, cinsiyet ve etnik köken üzerinden toplumların içinde farklı gruplardaki tansiyonların giderek daha güçlendiğini ve bu durumun da yine yönetim biçimlerini etkilediğini görüyoruz.
Gelir ve servet eşitsizliklerinin toplum için olumsuz olduğu görüşü yaygın olarak kabul görüyor. Ancak pek çok ülkede bu uçurum son yirmi yılda daha da derinleşti. Ülkeler arasındaki gelir eşitsizliği karşılaştırmaları, eşitsizliği ölçmede yaygın biçimde kullanılan Gini katsayısı aracılığıyla yapılıyor. 0 ile 100 arasında değişen bu katsayı, tam eşitlikten (0) tam eşitsizliğe (100) uzanan bir ölçeği temsil ediyor. Dünya Bankası verilerine göre, ABD’nin Gini katsayısı 1990 yılında 38,3 iken 2023 yılında 41,8’e yükseldi. Bu oran, aynı yıl İsveç’te 29,3 olarak gerçekleşti. Gelir seviyesindeki eşitsizlik, toplum genelinde artan bir stres seviyesine ve geleneksel yapıların çözülmesine yol açarak yeni ideolojilerin ve siyasi bağlılıkların ortaya çıkmasına neden oluyor. Ipsos Global Popülizm Raporu’na göre bireylerin çoğu (yüzde 56) “sistemin çökmüş (broken)” olduğunu düşünüyor. Hükümetlere duyulan güven oldukça düşük, iş dünyası liderlerine duyulan güven de öyle. Ipsos Global Trendler araştırmasına göre global ortalamada her on kişiden sekizi gelir ve refah açısından büyük farkların olmasının toplum için kötü bir durum olduğunu belirtiyor (yüzde 78). Türkiye’de de bu görüşe katılanlar benzer seviyede (yüzde 83). Bir diğer yandan ise toplumda gelir dağılımı adaletsizliğine karşı sesler yüksek çıkıyor. Ülkeler ortalamasında her on kişiden yedisi ülkesinin ekonomisinin, zengin ve güçlülerin avantajına olacak şekilde işlediğini belirtiyor. Türkiye de bu oran global ortalamanın üzerinde (yüzde 78).
Yaşlanan dünyanın demografisi
Toplumlarda odaklanılması gereken kümelerden biri de farklı yaş grupları. Özellikle de daha uzun yaşam ve daha düşük doğurganlık oranlarıyla değişen demografi. Dünyada beklenen yaşam süresi son yirmi beş yılda sekiz yıl uzadı. Daha ileri yaştaki bireylerin oranının artması daha az çocuk sahibi olunmasına yol açıyor ve yaş ortalamasını daha da yukarı iten bir kısır döngü yaratıyor. AB’de 2023 yılında toplam doğurganlık hızı 1,38 olarak açıklandı. Özellikle Avrupa’da neredeyse geri dönülemez noktada olan ülkeler var. TÜİK’e göre 2024 yılında medyan yaş 34,4 olarak tespit edildi. 65 yaş üstünün toplumun içerisindeki payı da giderek artıyor, Türkiye’de de ilk kez çift haneli oranları gördük. Üretimin dışında kalan nüfusun giderek artması hem ekonomiler üzerindeki yükü artırıyor hem de çalışan nüfusun refah payını tehdit ediyor. Bu gidişat, yeni nesillerin yaşam standartlarının giderek daha iyiye gittiği kabulünü temelden sarstı. ABD’de dahi ilk kez bir nesil kendisinden öncekilerden daha düşük yaşam standartlarına sahip olacak.
Gelir eşitsizliğini ele alırken çalışan ve çalışmayan nüfusun yapısını birlikte değerlendirmek gerekir. Çalışamayacak kadar yaşlı olanlar ya da emeklilik hakkını kazandıktan sonra çalışmamayı tercih edenlerin sayısı, demografik değişimle birlikte artıyor. Bunun yanı sıra, işgücüne hiç dahil olmayan bir kesim de var ki bu grubun önemli bir bölümünü —istisna ülkeler dışında— kadınlar oluşturuyor.
Çalışan ve çalışmayan dengesinin yeniden kurulması, doğal ve politik müdahaleleri bir arada gerektiriyor. “Doğal seleksiyon” olarak adlandırabileceğimiz bazı süreçler, örneğin göç, bu dengenin kendiliğinden şekillenmesinde etkili oluyor. Özellikle gelişmiş ekonomilerde yaşlanan nüfus, genç işgücüne olan ihtiyacı artırıyor. Bu durum, hem arz tarafında —yani daha genç nüfusa sahip gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ekonomilere doğru— hem de talep tarafında —genç nüfus açığı yaşayan ülkelerde doğan ihtiyaç ile— bir ekonomik göç hareketini doğuruyor. Bu eğilimin önümüzdeki yıllarda daha da güçleneceğini öngörmek zor değil.
Ipsos Global Trendler araştırmasına göre, dünya genelinde her on kişiden yaklaşık yedisi ülkesinde çok sayıda göçmen yaşadığını düşünüyor. Türkiye’de ise bu oran yüzde 85’e kadar çıkıyor. Oysa göç, insanlık tarihi kadar eski bir olgu. Savaşlar, afetler, kıtlık ve yoksulluk gibi nedenlerle insanlar tarih boyunca yer değiştirdiler, bireysel ya da toplu göç hareketleri hiç durmadı. Bu nedenle göç, bir yandan doğal bir süreçken, diğer yandan iyi yönetilmesi gereken bir devlet politikası konusu olarak önemini koruyor.
Toplumsal cinsiyet rollerindeki bölünmeler
Çalışmayan nüfusun bir başka önemli bölümünü ise, üretken yaşta olmasına rağmen işgücüne katıl(a)mayan kadınlar oluşturuyor. Kadınların iş hayatına daha fazla katılması ekonomik sürdürülebilirlik için hayati önemde, ancak aynı zamanda toplumlar doğurganlık oranlarını da korumak istiyor. Bu noktada devlete büyük bir sorumluluk düşüyor. Bu dengeyi sağlayabilmek için, kadınların hem ekonomik yaşama dahil olmasını hem de çocuk sahibi olma konusunda desteklenmesini mümkün kılacak politikalar geliştirilmesi gerekiyor. Kreş, doğum izni gibi uygulamalar kadınların çocuk sahibi olurken bir yandan da üretimin içinde olabilmesi için çok daha önemli olacak. Öte yandan Ipsos Global Trendler araştırması, toplumsal cinsiyet rolleri konusundaki algıların hâlâ derin bir bölünme içerdiğini gösteriyor. “Kadınların toplumdaki temel rolü iyi bir anne ve eş olmaktır” görüşüne katılanların oranı yüzde 37 iken, “Çoğu insan çocuk sahibi olmalıdır” ifadesine katılım oranı yüzde 48 düzeyinde. Bu veriler, birçok toplumda aile ve ebeveynliğin hâlâ değer sisteminin merkezinde yer aldığını ortaya koyuyor. Kadın kimliğinin üretkenlik, bireysel başarı ya da sosyal katılım gibi boyutlardan ziyade annelik ve ev içi rollerle tanımlanması, geleneksel bakış açısına işaret ediyor. İyimser bakmaya çalışırsak bu oranların yarının altında kalması, toplumsal dönüşümün başladığının işareti olarak da sayılabilir, zaman gösterecek.
Pek çok toplumda kadınlara yüklenen klasik rollerden biri de yaşlı bakımındaki sorumluluk. Üstelik gelecekte, çocuk sahibi olmamış birçok yaşlı bireyin bakımı ile ilgilenecek kadın veya erkek bir çocuğu da olmayacak. Yaşlanan nüfusla birlikte bakım yükü giderek artacak; klasik rollerde bir değişim yaşanmaz ise bu yükün çoğu yine kadınların omzunda olacak gibi görünüyor. Bu nedenle kadınların işgücüne katılımı gibi çok önemli bir meselenin çözümü için gerek çocuk gerekse yaşlı bakımının devlet politikalarıyla desteklenmesi ve yeni sosyal modellerle ele alınması, yaşlanan toplumların öncelikli gündemlerinden biri haline gelecek dersek yanılmayız.
Dünya, toplumsal, ekonomik ve demografik kırılmaların iç içe geçtiği bir yeniden yapılanma döneminden geçiyor. Küresel sistemin yönünü belirleyecek olan ise bu kırılmaları nasıl yöneteceğimiz. İyimserliğin yerini alan belirsizlik duygusu, toplumların içine kapanmasına yol açarken aynı zamanda dayanıklılık, yerel üretim ve adil paylaşım gibi yeni değerlerin öne çıkmasına zemin hazırlıyor. Önümüzdeki dönemde, ülkeler için olduğu kadar bireyler ve kurumlar için de asıl mesele, bu kırılmaların içinde sürdürülebilir bir denge kurabilmek olacak. Bu da yalnızca ekonomik göstergelerle değil, toplumsal güven, kapsayıcılık ve eşitlik temelleriyle mümkün hale gelecek.