2003 yılında Amerikan Kongresi’nin kafeteryasında “Fransız kızartması- French fries” ifadesinin “Özgürlük Kızartması-Freedom fries” olarak değiştirilmesi, yalnızca bir kelime oyunu değil; Fransa’nın Irak Savaşı karşıtı tutumuna karşı duyulan siyasi öfkenin sembolüydü. Sam amca o dönemde terörü destekleyen Irak’a özgürlük getirecekti! ve Avrupa’dan bazı güçler buna karşı çıkıyordu. “Özgürlük kızartması” revizyonu, Bush dönemi Washington dış politika kanaat önderi seçkinlerinin Avrupa’daki savaşa itiraz eden seslerine verdiği duygusal ama derin bir diplomatik cevaptı. Dönemin politik atmosferinde bu yaklaşım, Fransa ve Almanya’nın Washington’un militarist yaklaşımına karşı duruşunu “Eski Avrupa” olarak yaftalayan bir söylem geliştirmesine de sebep olmuştu. Sözde bir birlik olan Atlantik İttifakı’nın içinde çoktandır var olan görüş ayrılıkları Irak savaşıyla söylem düzeyinde ilk kez bu kadar aleni ve kamusal hale gelmişti.
Ancak Atlantik ilişkilerinin tarihi zig zaglar, geri adımlar ve tavır değişikliklerinin de tarihidir. Gerçekçi dış politika zemininde zaman bu tür sembolleri yumuşatmakta oldukça mahirdir. 2015’te Kongre kafeteryası Fransız firması Sodexo’ya devredildiğinde, “French fries” ifadesi de sessizce menüye geri döndü. Jeopolitik ile gastronominin bu ironik kesişimi, aslında Atlantik İttifakı içindeki ilişkilerin nasıl inişli çıkışlı, duygusal reflekslerle ve zaman zaman çocukça jestlerle yürütüldüğünü tasvir eden eşsiz bir metafora dönüştüğünü gösteriyor.
Sembolizmin ötesinde: Gerçekliğin sert zemininde transatlantik ekonomik gerginlikler
“French fries vs Freedom fries” ironisinden bu yana geçen iki on yıl, sembolik ifadelerden çok daha öte, doğrudan jeoekonomik mücadelelerin sahne aldığı bir dönemi başlatmış görünüyor. Donald Trump’ın ilan ettiği AB menşeli ürünlere yüzde 50 oranında gümrük vergisi getirme tehdidi, yalnızca Çin’i değil, müttefik Avrupa’yı da hedef tahtasına koyan, basit ve rutin ticaret politikası tedbiri almanın ilerisinde ve ötesinde yeni bir stratejik jeoekonomik paradigma sunuyor: Artık sıkı bir Batı-Transatlantik ittifakından değil, egoist çıkarlar temelli pazarlıklardan; sıkı bir birlikten değil, gittikçe derinleşen bir stratejik rekabetten söz ediyoruz!
Tarihsel arka plan da aynı şekilde, bahse konu gelişmelerin tesadüf olmadığını gösteriyor. 1958’de Avrupa Ödemeler Birliği’ne karşı IMF sisteminin öne çıkarılması, Kennedy Turu ile AET tarım politikalarının çatışması, General De Gaulle’ün danışmanı Jacques Rueff ile birlikte NATO’yu ve dolar egemenliğini sorgulayan hamleleri, Fransa’nın ABD Hegemonyasından hoşnutsuzluğunun göstergesi olarak 1966 yılında NATO’nun askeri kanadından çekilmesi, Reagan dönemi ABD Merkez Bankası Başkanı Volcker’ın Avrupa ile eşgüdüm yapmadan giriştiği döneminin para-faiz politikalarının Bürksel üzerinde yarattığı tepkiler, Boeing-Airbus sübvansiyon gerilimleri, dijital vergilendirme krizleri vb. Bunların hepsi Atlantik’in iki yakasındaki derin fay hatlarının uzun tarihsel köklere sahip olduğuna ve mevcut gelişmelere ilave ivme sağlayabileceğine işaret etmektedir.
İngiltere’nin 1973’te AET’ye katılım talepleri, Fransa ve özellikle de De Gaulle için adeta bir Amerikan Truva Atı’nın Avrupa içine sokulmasıydı. De Gaulle’ün 1963 ve 1967’deki veto kararları, İngiltere’nin Washington’la olan organik ilişkisine duyulan güvensizliğin bariz ifadesiydi. Bu şüphe, Birleşik Krallık’ın 2016’daki Brexit kararıyla nihayet tarihsel olarak da doğrulandı. İngiltere hiçbir zaman Avrupalı bir güç olmamış, yaşlı Kıtayı dengeleme ve kontrolü hedefleyen siyasi bir birim olagelmiştir. Günümüze gelecek olursak halihazırda Trump’ın AB ihracatına karşı koymayı deklare ettiği yüzde 50 tarife tehdidiyle yeniden tırmanan tansiyon, geçmişin satıh altında kalıp arada nükseden tarihsel kırılmalarını ciddi jeoekonomik bir cepheye taşıyacakmış gibi görünüyor. Mevcut durum “Sodexo (Fransa) vs Tarife Duvarları (Trump)” ikiliği ile sembolleşen, şaka addedilebilecek jestlere dayalı retoriksel Transatlantik gerginliğin çok ötesine geçecek gibi görünüyor. Çünkü Trump’ın yüzde 50 vergi tehdidi (büyük ihtimalle asla gerçekleşmeyecek ABD geri adım atacak) bir gelişme milyarlarca dolarlık ticaret hacmini etkileyen yapısal bir krizi temsil ediyor. Ancak artık mesele, geri alınacak bir söylem düzeyinde kalsa dahi, bu tür ticaret politikası söylemleri yalnızca Transatlantik ittifakın kendi iç ilişkileri ve geleceğini değil, aynı zamanda Avrupa başta, Batı’nın genel olarak dünyanın en büyük iktisadi ağırlık merkezi Asya’yla kuracağı yeni stratejik denklemdeki konumunun da can alıcı belirleyicilerinden olacakmış gibi görünüyor.
“Küresel ortaklıktan jeoekonomik ayrışmaya: ABDAB ilişkilerinde kritik kavşak”
Soğuk Savaş sonrası dönemde “gömülü liberalizm”in lokomotifi olan Transatlantik ittifak, artık ciddi bir varoluşsal krizle karşı karşıya. ABD’nin “Önce Amerika” (America First) doktrini, sadece çok taraflılığı değil, ittifak hukukunu da hedef almış durumda. Çip Yasası (CHIPS Act), Enflasyonla Mücadele Yasası (IRA), DTÖ hukukunu zorlayan sanayi sübvansiyonları ve doğrudan Avrupa şirketlerini dışlayan teşvikler, ekonomik müttefikliği zayıflatmakla kalmıyor, Atlantik’in iki yakasını açık bir rekabet sahasına dönüştürüyor. Washington’un tek taraflı gümrük tarifeleri, dijital hizmet vergisi tartışması eksenindeki çatışmalar, sınırda karbon düzenlemeleri, Boeing-Airbus krizleri, Washington’un Grönland’ı bir AB ülkesinden ilhak talebi... Tüm bu gelişmeler ABD ve Avrupa arasında yalnızca geçici gerilimleri değil, Transatlantik tarihsel siyasi ve ekonomik ilişkilerin geleceğini yapısal olarak da şekillendiren çok katmanlı bir jeoekonomik çatışma haritası mahiyeti taşıyor. Aslında Trump’ın yüzde 50 tarife tehdidi mesajı, Washington’un stratejik yaklaşımının yalnızca jeopolitik rakiplerine değil, dostlarına karşı da iktisaden nasıl davrandığını ve davranacağını net biçimde gösteriyor. Avrupa ise bu gidişata karşı mehter adımlarını andıran kararsız veya utangaç addedilebilecek bir sözde “stratejik özerklik” arayışı ile cevap veriyor. Brüksel, savunmadan dijitale, enerjiden yeşil dönüşüme kadar pek çok alanda ABD’ye olan bağımlılığı azaltmak istiyor. Ancak bu çaba, ABD’nin teknoloji ve finans gücü karşısında henüz sınırlı ve cılız kalmış görünüyor. Avrupa ABD mandası altındaki güvenlik politikaları ile süper bir ekonomik güç olma karakteristikleri arasında, strateji geliştirme noktasında şimdilik ‘Arafta’ kalmış görünüyor. Ancak Trump’ın bitmek bilmeyen ve tüm dünya ekonomisi ile birlikte AB’ni de sarsan gümrük tarife politikaları orta ve uzun vadede Brüksel’in Batı içinde, klasik güç-iktidar mimarisindeki yerini de ciddi şekilde sorgulamasını gerektiriyor.
“Jeoekonomik milliyetçiliğin gölgesinde: Bir ittifakın stratejik çözülüşü”
“French fries vs Freedom fries” ironisinden, yüzde 50 tarifelerle somutlaşan ekonomik savaş ilanına uzanan bu çeyrek yüzyıllık süreç, ABD-AB ilişkilerinde sembollerin yerini doğrudan ulusal menfaatlere dayalı güç-iktidar politikalarının aldığını gösteriyor. Bugün Atlantik İttifakı, artık küresel hemen her siyasi ve ekonomik gündemi belirleyen bir güvenlik paktı olmaktan çıkmış; Batı içi dar egoist ulusal çıkarların, dost düşman ayırt etmeyen pervasız ticari korumacılığın, DTÖ kurallarını tamamen göz ardı eden yeni sanayi ve yatırım politikalarının, mikro çip, yapay zeka ve veri altyapılarının savaşırcasına rekabete giriştiği tam bir jeoekonomik cepheye dönüştü. Trump’ın AB’ye yönelik yüzde 50 gümrük vergisi tehdidi, Washington’un yalnızca Çin ve diğer jeopolitik rakiplerine karşı değil, Batı medeniyetinin temel taşlarından biri olan ve sözde Amerikan hegemonyasının en büyük destekçisi konumundaki Avrupa’ya karşı ekonomik alanda sert ve biraz da belden aşağı vuran bir rekabet sinyali verdiğini ortaya koyuyor. Bu adım, ABD’nin ekonomik cephede yakın müttefiklerini dahi dışlayabilecek ölçüde artan kırılganlık ve rekabet baskısı altında olduğunu, gelişmekte olan ekonomilerin yaklaşımına benzer şekilde yeni ve agresif bir jeoekonomik strateji izlemeye başladığını da gösteriyor. Avrupa’nın bu yeni jeoekonomik denklemdeki rolü ise, halihazırdaki Arafta kalmışlık sendromundan sıyrılıp sıyrılamayacağına, kendi jeopolitik, stratejik özerkliğini inşa etme becerisiyle şekillenecekmiş gibi görünüyor. Aksi takdirde yaşlı kıta, Çin-ABD rekabetinin pasif bir oyuncusu olmaya mahkûm kalacak gibi görünüyor.
Bu bağlamda, AB’nin küresel ekonomik düzlemde otonom, muhtar bir güç olma potansiyelinin, yalnızca kendi geleceği değil, Batı’nın küresel konumlanması ve Asya ile kuracağı yeni ilişkiler açısından da belirleyici olacağının altını çizmek gerekiyor. Atlantik’in iki yakasında gittikçe genişleyen ekonomik fay hattı, sessiz bir sarsıntının değil; artık göz ardı edilemeyecek sistemik bir depremin öncül habercisi gibi duruyor.