Dünya değişiyor. Hem de birkaç neslin birden hızına yetişemeyeceği şekilde değişiyor. X kuşağı televizyonlarla tanıştı, televizyonlar renklendi, herkesin cebine cep telefonu girdi gibi sürprizlerle dolu yıllarla, değişimi yavaş ve sindirerek yaşamıştı. Ancak Y ve Z kuşakları geldikten sonra yaşanan değişimle bence çoktan ipin ucunu kaçırdık. Teknolojinin neresinden tutarsak mutlaka bir şeyleri kaçırıyoruz.
Biz Türkiye’de evvel ezelden beri her gündemle ilgiliyiz. Gelişmiş bir ülkede herkes kendi icra ettiği meslekte uzman ve diğer her konuda konuşmaktan imtina ederken, bizim ülkemiz jeopolitik konumu, yatırıma olan iştahı, cesareti ve en önemlisi de olan bitene olan merakı sayesinde bilgiye gücümüz yettiğince yetişmeye çalışıyor. Öyle bir ülkeyiz ki; siyasetten ekonomiye, enerjiden teknolojiye, sağlıktan hukuk bilimine kadar her yere yetişiyor; her konuda doğru ya da yanlış, az ya da çok birkaç kelam edecek kadar bilgi sahibi olmaya çalışıyoruz.
Ancak enerjiden teknolojiye diye iki kelime ile ifade etmeye çalıştığım derya deniz konu, muhtemelen sadece bizim değil, tüm dünyanın yetişemediği bir hızla başını alıp gidiyor. Tüm dünya varını yoğunu ortaya koyuyor yetişmek için, ancak öyle bir rekabetten ve hızdan bahsediyoruz ki, bu hız artık nesilleri bile aşacağa benziyor.
Çok kısa bir zaman içerisinde hayatımıza giren, bugün duymaya alıştığımız ancak tam olarak hazmedemediğimiz ARGE, inovasyon, yapay zeka, yenilenebilir, sürdürülebilir, yeşil enerji gibi kelimeler ülkelerin gündemini yutmuş durumda. Bizim ülke olarak pek çok başka gündemimiz var elbette, ama bu bahsettiğim kelimelerden yola çıkarak uzun zamandır yazılarımda öne çıkarmaya çalıştığım Çin egemenliğinin ne kadar belirgin hale geldiğinden biraz bahsetmek istiyorum. Nitekim dün ekranlarda açıklamalarını takip ettiğimiz Uluslararası Enerji Ajansı Başkanı Fatih Birol’un da benim gördüklerime paralel açıklamaları, uzun zamandır yazmak istediğim nadir elementler konusuna da değiniyordu.
Adı her ne kadar nadir element olsa da aslında doğada bolca bulunan bu elementler, teknoloji ve enerji sektörünün bel kemiği. Ancak toplu halde bulunmaları zordur ve hatta çıkarılması, rafine edilmesi daha da zordur. Günümüzde ise küresel üretimin yaklaşık yüzde 70’ini Çin tek başına yapıyor. Aynı zamanda dünyanın en büyük rezervleri de zaten Çin’de bulunuyor. Çin’de olmasa bile rafine edilmesi için önce Çin’e satılıp, sonra yine Çin’den alınıyor. Sayın Fatih Birol, lityum örneğini verdi. Avustralya lityumun yüzde 35’ini üretiyor, ancak sadece yüzde 2’lik kısmını rafine edebiliyor. Kalanı Çin’e gönderip, sonra tekrar satın alıyor. Şili, Peru, Brezilya gibi Latin Amerika ülkeleri her ne kadar maden yataklarına sahip olsa da zamanında buraya yatırım yapmadıkları için ancak Batılı şirketlerle ortak olup madeni çıkarıyor. Yani aslında bugün x fiyattan sattıkları hammadde, rafinaj yatırımı zamanında yapılmış olsa 15x fiyatla satılabilecekti. Gelgelelim konumuz kesinlikle bu kazanç değil; ülkelerin kontrol kaybı ve enerji ile teknoloji bir araya gelince nasıl ipin ucunun kaçtığı aslında.
Günümüzde herkesin öğrenmeye çalıştığı, hayatı görmezden gelemeyecek kadar kolaylaştıran ve her alana gün be gün daha fazla zuhur eden yapay zekâ için veri merkezlerine ihtiyaç var. Bu veri merkezlerinin herhangi birinin elektrik talebi ise yaklaşık yüz bin kişilik bir köyün elektrik talebine eşit. Dolayısıyla günümüzde dünyanın elektrik talebi büyümeye devam ediyor. Kurulan santrallerin ise enerji kaynağı artık yenilenebilir enerji santralleri. Günümüzde üretilen her 100 arabanın ise 25’i elektrikli. Ancak tüm bunların üretiminde, çalışması için kullanılan elementlerin egemenliği ise Çin’de bulunuyor.
Küresel güç merkezleri ise bu egemenliği çok geç fark etti. Bugün savunma da dahil olmak üzere her ülkede arz güvenliği sorunu gündemin birinci maddesi oluyor. Çin’in ise elinde bulundurduğu güçle hem jeopolitik hem de stratejik anlamda çok güçlü durumda diyebiliriz. Buna karşılık; kalan ülkeler kamu eliyle bile diyelim ki stratejik olan bu yatırımlara bugün başlasa bile nereden bakarsak 10 yıl kadar Çin’in yine de kontrol gücüne sahip olacağını söyleyebiliriz.
Diğer süper güçler; bu güce 10 yıl boyunca kayıtsız kaldı ve dünya maalesef gücün tek elde toplanmasına şimdi seyirci oluyor. Bugün atılan adımlara baktığımızda; Amerika Birleşik Devletleri Joe Biden yönetiminde nadir elementlerin rafinaj yatırımları için milyar dolarlık sübvansiyonlar açıkladı, yani kamu eliyle açığı kapatmaya çalışıyor. Avustralya ABD ile stratejik ortaklık yaptı ve AB’ye işleme tesisleri kuruyor. Avrupa Birliği çıkardığı kritik madenlerin yüzde 40’ını kendisi işleyebilmek için yatırımlar yapacağını açıkladı. Japonya, zamanında Çin’e ihracatı durdurarak elindeki gücü Japonya’ya karşı kullandığı için, hem geri dönüşümle hem de Hindistan gibi ülkelerle bu alanda iş birliği yaparak kontrolü sağlamaya çalışıyor.
Dolayısıyla konu artık zenginleşmek değil, kazanmak değil. Konu tamamen ulusal güvenlikle ilgili. IIF’in son raporuna göre dünyanın borcu 324,3 trilyon dolar ve dünyanın milli hasılasına oranı yüzde 245 ile tüm zamanların en yüksek seviyesinde bulunuyor. Bu ortamda eldeki kaynaklar bu denli sınırlıyken, bu yatırımların tek elden ya da kamu eli olmadan yapılması mümkün görünmüyor. Ancak zaman herkesin bu sefer aleyhine işliyor. Yazının başında dediğim gibi, tarihin en hızlı ilerleyen teknolojik devrimi eli güçlü olanların adımlarını büyük atabilmesine olanak sağlarken, zamanında doğru adımları atamamış olanları tek ayak üzerinde bırakıyor. Çünkü artık konu kazanç değil, maalesef kontrol kaybı.