Immanuel Wallerstein (1930–2019), yalnızca bir sosyal bilimci değil; modern dünyanın eşitsizliklerini çalışmalarının merkezine alan bir düşünürdü. Küçük gezegenimizin adaletsiz dinamiklerini küresel sistem boyutunda okuyan, gözlemlediği eşitsizliklere özgün kuramsal bir dil kazandıran, Batı hegemonyasına meydan okuyan bir entelektüeldi.
“Batı merkezli siyasal sistemlerin kutsanmasına, tarihin yalnızca Batı ekseninde ilerlediği yanılgısına ve Avrupa merkezli ilerleme tahayyülüne karşı; siyaset, sosyoloji ve politik iktisat alanlarında hâkim paradigmaların yapısal sınırlarını sorgulayan, bunlara karşı kuramsal ve sistemsel bir karşı-anlatı inşa etmiştir.”
Küresel kurtuluş mücadelelerinin düşünsel pusulası
New York’ta doğan ve Columbia Üniversitesi’nde eğitim alan Wallerstein’ın akademik formasyonu Batı sistemi içinde şekillense de düşünsel gelişimi Afrika, Asya ve Latin Amerika’da yükselen kurtuluş mücadeleleri etrafında yoğrulmuştur. Pür akademik yaklaşımlar yerine, Batı medeniyetinin inşa ettiği uluslararası sistemin, yalnızca merkezdeki zenginliğin değil, çevredeki yoksulluğun da temel kaynağı olduğunu göstermeye çalıştı.
1968 öğrenci hareketleri sonrası Columbia Üniversitesi’nden ayrılarak SUNY-Binghamton’a geçmiş, burada kurduğu ‘Fernand Braudel Center’, kısa sürede modern dünya sistemini anlamak isteyen araştırmacılar için küresel bir cazibe merkezi olmuştur. Adını Braudel’den alır, ancak yoldaşları arasında Fanon da vardı. Biri tarihin uzun soluklu ve aheste akışını, diğeri ise sömürülmüş toplumların acılarını temsil ediyordu. Wallerstein bu iki hattı aynı teorik damar içinde birleştirdi ve iktisadi tarihe, uluslararası ilişkiler perspektifinden sosyolojik bir bakış açısı geliştirdi.
Tarihsel sistemin dönüşümü ve eleştirel perspektif
1974’te yayımladığı The Modern World-System ile modern kapitalizmin yükselişini yalnızca Avrupa merkezli (Eurocentric) dönüşümlerle değil, diğer kadim medeniyetlerdeki dinamiklerle, Akdeniz, Atlantik ve Afrika hattındaki gelişmelerle birlikte ele aldı. Bu kitapla birlikte gelişmişlik söylemini tersine çevirdi: Wallerstein’a göre bazı ülkelerin “gelişmesi”, diğerlerinin sistematik olarak azgelişmişleştirilmesi anlamına geliyordu.
Samir Amin, Giovanni Arrighi ve Andre Gunder Frank ile birlikte, akademinin merkezine çevre ülkelerin sesini taşıyan ikinci kuşak bağımlılık teorisyenlerinden biri oldu. Binghamton, Wallerstein’ın kuramsal perspektifinde Türkiye gibi çevre ülkelerden gelen araştırmacılar için alternatif bir entelektüel yörünge sundu. Onun açtığı çerçeve yalnızca bir kuram değil; bir gelecek perspektifi ve mevcut adaletsizliklere karşı duruş, pozisyon anlamına gelmekteydi. Başat ulusal kalkınma anlatılarına, genel liberal ilerleme yaklaşımlarına, hatta bazı dogmatik Marksist evrim şemalarına karşı eleştirel bir mesafeye sahipti.
Wallerstein’ın temel derdi “ne tür bir rejim?” değil, “mevcut sistemin dışına nasıl çıkılır?” sorusuydu. Ve belki en çok da bu nedenle hatırlanmalı: kapitalizmi tarihsel bir sistem olarak gördü. Doğduğunu ve öleceğini söyledi. Ona göre biz, bu çözülüş anının içindeyiz. Modern dünya-sistem bir son döngüsünü yaşıyor. Yeni bir sistem doğacaksa — bu yalnızca teknik değil, ahlaki ve politik bir tercihle belirlenecek. Wallerstein, bu çözülüşü yazdığı dört ciltlik Magnum Opus’u ile anlamaya, anlatmaya çalıştı. Onun için tamamlanmamış bir teori yoktu; tamamlanmamış bir mücadele vardı.
Dünya-Sistemin Anatomisi: Merkez, Yarı-Çevre ve Çevre
Küresel Hiyerarşinin Katmanları
Wallerstein’in dünya-sistem teorisi, küresel düzeni devletler üzerinden değil, ekonomik ve yapısal pozisyonlara göre analiz eder. Sistem üç temel katmandan oluşur:
• Merkez: Teknoloji, finans, norm ve hegemonya ihracının yapıldığı; küresel değer zincirlerinde en kârlı pozisyonda bulunan ülkeler. Bu ülkeler dünya ekonomisinin kural koyucusudur.
• Yarı-Çevre: Merkez kadar güçlü olmayan ama çevreden üstün pozisyonda olanlar. Türkiye gibi ülkeler bu gruptadır; hem merkezlere bağımlı hem de çevre üzerinde etkisi sınırlı ikili bağımlılığın gerilimli konumudur.
• Çevre: Hammadde ve ucuz emek sağlayan, ekonomik ve kurumsal kırılganlığı yüksek ülkeler; küresel karar süreçlerinden dışlanan zayıf halkadır.
Dünya sisteminde asimetri, tahakküm ve direniş
Bu yapı statik değildir, ancak işleyişinde ciddi asimetri barındırır. Merkezin refahı, çevrenin sömürüsüne dayanır. Küresel değer zincirleri salt ekonomik mekanizmalar değil, aynı zamanda politik tahakküm araçlarıdır.
Wallerstein’in yaklaşımı, çevre ülkeleri yapısal kuşatmanın edilgen nesneleri olarak değil, tarihsel bağlamda belirli manevra alanlarına sahip aktörler olarak değerlendirir. Bu yönüyle hem evrimci kalkınmacı iyimserliğe hem de sınıf merkezli klasik Marksizme mesafe koyar. Dünya-sistem teorisi, çevrelerin sistem içi konumlarını sorgularken, aynı zamanda dönüşüm iradesine ve hegemonik yapıyı zorlama kapasitesine kapı aralar. Ancak bu iradenin sınırlarını da sistemin yapısal kısıtlarında tanımlar.
Osmanlı’dan Türkiye’ye: bir merkezin çevreye dönüşümü
Osmanlı’nın Jeopolitik Eksen Kayması
Başlangıçta Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa merkezli kapitalist sistemin dışında, bağımsız bir merkez konumundaydı. Ancak 18. yüzyıl ortalarından itibaren jeopolitik ve ekonomik güç dengeleri Avrupa lehine değişti ve Osmanlı giderek çevresel (peripheral) pozisyona itildi.
Asimetrik Entegrasyonun Başlangıcı
• 1838 Baltalimanı Antlaşması: Sadece bir ticaret anlaşması değil; Osmanlı’nın asimetrik entegrasyonunun başlangıcıdır. Avrupa sermayesi ve mallarının önünün açılması, yerli üretimin çöküşünü hızlandırdı ve Osmanlı’yı klasik bir çevre ülkeye dönüştürdü.
• Tanzimat Fermanı (1839): İç reformların ötesinde, sistemin siyasal ve hukuki normlarına entegrasyonun ilanıdır. Merkezi idarenin yeniden yapılandırılması, mülkiyet hakları ve hukuk reformları, Batı normlarına uyum çabasıdır.
Gümrük Birliği’nin Kısıtları ve Türkiye’nin Konumu
• 1995 Gümrük Birliği: Çağdaş bir yapısal bağımlılık biçimidir. Türkiye sanayi ürünlerine kapılarını açmış, ancak AB’nin üçüncü ülkelerle yaptığı ticaret anlaşmalarında karar alma hakkından mahrum bırakılmıştır. Bu asimetrik ilişki, çevre ülkelerin maruz kaldığı dışlanmanın güncel bir yansımasıdır. Gümrük Birliği’nin genişletilmesi tartışmaları ise, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi bağımsızlığını daha da kısıtlayacak riskler taşımaktadır.
Bu tarihsel süreç, Türkiye’nin dünya-sistemindeki konumunun rastlantısal olmadığını, siyasi reformların bile ekonomik entegrasyonun uzantısı olduğunu ortaya koyar. Merkez-çevre ilişkisi sadece ekonomik değil, siyasal ve kültürel tahakküm biçimidir.
Hegemonya Yorgunluğu: ABD’nin gerileyişi, BRICS’in yükselişi
Hegemonyanın kural koyma gücü
Immanuel Wallerstein’in hegemonya tanımı, gücün salt kaba kuvvetten ibaret olmadığını vurgular: “Hegemonya, herkesin oyunu yüzde 95 oranında Hakim gücün kurallarına göre oynamasıdır.” II. Dünya Savaşı sonrasında ABD, doları dünya rezerv parası haline getirerek, askeri ve ekonomik gücünü siyasi- kültürel egemenliğe dönüştürerek bu hegemonik konuma yükselmiştir.
Soğuk Savaş’ın kaybı ve hegemonun çöküşü
Wallerstein’e göre, Soğuk Savaş’ın esas amacı kazanmak değil, düzeni sürdürmekti. ABD ise aslında bu dönemi kaybetmiştir; özellikle Bush dönemi neoconlarının “Maço militarizmi” hegemonun gerileyişinin simgesi olmuştur. Washington Güvenlik Konseyi’nde küçük düşmüş, Batı Avrupa’dan bağımsızlaşma sinyalleri almış, Kuzey Kore ve İran gibi aktörler yıldırılamamış; hegemonya hakimiyeti yerini “trajik bir çöküşe” bırakmıştır. ABD’nin 1945 sonrası inşa ettiği Bretton Woods sistemi, 1971’de doların altına bağlılığının kalkmasıyla çatırdamaya başlamış; 2008 finansal krizi ve pandemiyle sarsılan sistem, finansallaşmanın üretimden kopuşu, küresel tedarik zinciri kırılmaları ve sürdürülemez borç ekonomisiyle karşı karşıya kalmıştır.
Karmaşık Güç Dengeleri ve Yeni Düzen Arayışı
Wallerstein’in en çarpıcı tespiti şudur: “ABD şu anda başarısız bir devlettir ve önümüzdeki on yılda ne olacağını kimse kestiremez.”
Daha da önemlisi, küresel kapitalist sistem kendisi kırılgandır:
“Yeni hegemon ancak 75–100 yılda ortaya çıkar tabi ki eğer sistem yaşayabilirse.”
ABD’nin gerileyişinin yarattığı boşluğu doldurmaya çalışanlar ise BRICS ülkeleridir. Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi, Hindistan’ın teknoloji ve ilaç üretimindeki atılımları, Rusya’nın enerji jeopolitiği, Brezilya’nın tarım ve bir çok sanayi sektöründeki ciddi kapasitesi Batı dışı merkezlerin güçlenmesine işaret etmektedir. Ancak bu, tek bir yeni hegemonun doğuşu değil; karmaşık, çok kutuplu ve hegemonya sonrası bir geçiş sürecidir. Dünya, artık “8 ila 13 odağın oyun sahasına” dönüşmüştür; geçiş süreci kaotik, istikrarsızlık ise derinleşmiştir.
Batı’nın bu yeni düzene cevabı ise savaş, yaptırımlar ve ambargolar olmuştur. Ukrayna savaşı, Tayvan gerilimi ve Ortadoğu’daki vekâlet savaşları, Batı’nın düzeni restore etmek yerine krizi derinleştiren agresif müdahalelerinin yansımalarıdır. Wallerstein’in tespitiyle bu süreç, yalnızca ABD’nin değil, tüm küresel kapitalist düzenin çözülmekte olduğunun ifadesidir. Hegemonya sona ermekte, dünya kaotik bir güç boşluğuna sürüklenmektedir. Yeni sistemin doğuşu ise ancak tarihsel, etik ve politik tercihlerle mümkün olacaktır.
Çözülmekte olan bir sistem, kurulmakta olan bir alternatif ve Türkiye’nin tercihi
Immanuel Wallerstein’ın temel tezi, kapitalizmin yalnızca bir ekonomik sistem değil, aynı zamanda tarihsel olarak doğmuş ve bu nedenle bir gün çökecek olan bir dünya-sistemi olduğuydu. Bugün yaşadığımız küresel krizler – ekonomik durgunluk, normatif kargaşa, siyasal otoriterleşme, savaşlar ve ekolojik çöküş – bu sistemin çözülme sürecine işaret etmektedir. Amerikan hegemonyasının yorgunluğu ve çözülüşü, yalnızca jeopolitik bir gerilemeyi değil, aynı zamanda Batı merkezli uygarlık modelinin entelektüel, ahlaki ve kurumsal tükenişini resmetmektedir. Bu bağlamda, Niall Ferguson’un, Batı’nın kurumsal çöküşünü “büyük dejenerasyon” (great degeneration) olarak tanımladığı tezlerinin Wallerstein’ı desteklediğini ifade etmek gerekir. Ona göre Batı’nın finansal sisteminden hukuk devletine, eğitimden kamusal ahlaka kadar uzanan kurumsal yapıları çözülmekte ve Transatlantik İttifak artık iktisadi, siyasi ve medeniyet düzlemlerinde herhangi bir küresel alternatif vizyon sunamamaktadır. BRICS’in yükselişi ise bu boşlukta bir karşı ağırlık yaratmaya çalışsa da, henüz normatif bir küresel proje ortaya koyabilmiş değildir. Dünya sadece güç eksenleri arasında salınmakta, hâlihazırda olumlu bir gelecek tahayyülü doğuramamaktadır. Emanuel Todd da benzer bir yaklaşımla, Amerikan hegemonyasının bitişini, iç toplumsal çözülme, kültürel kutuplaşma ve iktisadi eşitsizlik üzerinden açıklar. Ona göre ABD, artık dünya düzenini taşıyacak ne içsel dinamizme ne de ahlaki üstünlüğe sahiptir. Robert Calleo ise “The Follies of Power: America’s Unipolar Fantasy” adlı eserinde, tek kutupluluk fikrinin baştan itibaren bir yanılsama olduğunu, tezi de aslında Wallerstein’in ABD’nin soğuk savaşı kaybettiği tezine destek verir gibidir.
Wallerstein’ın sorusu bugünü anlamlandırma da aslında daha da yakıcıdır: “Amacımız mevcut rejimi iyileştirmek mi, yoksa bu sistemin dışına çıkmak mıdır?” Bu sorunun cevabı tüm dünya ülkeleri, milletleri ve örgütleri açısından sadece ideolojik değil, stratejiktir de aynı zamanda. Yeni dünya düzeni henüz şekillenmemiştir; geçiş dönemi, krizler kadar fırsatlar da barındırmaktadır. Ancak Wallerstein’in tezleri ötesinde dünyanın çok kutuplu bir uluslararası sisteme doğru gittiği yönündeki kanaatleri genel olarak güçlenmektedir. Bu kapsamda mesele bizleri de damardan ilgilendirmektedir. Türkiye 1950’lerden beri Batı’ın çevresinde (Periphery), AB Gümrük Birliği düzenlemesiyle kıskaca alınmış, yarı sömürgejeopolitik olarak ‘Oltadaki Balık’ konumundadır. Aslında Türkiye gibi sistemin çevresinde konumlanan tüm diğer ülkeler için tarihî bir eşikte bulunmaktayız: Pasif bir şekilde mevcut sistemin artçı fay hatlarında mı savrulacağız, yoksa bu belirsizlik çağında kendi kurucu vizyonumuzu ve rolümüzü mü inşa edeceğiz? Kısaca Türkiye artık bir tercih yapmak zorundadır.
Wallerstein’ın mirası, sadece bir analiz değil, bir davettir: İçinde bulunduğumuz küresel kriz ve geçiş dönemi sürerken, mevcut düzenin içinde pasif şekilde kalmak yerine, onu dönüştürme cesaretini de göstermeliyiz.