Değerli metal, maden, petrol gibi doğal kaynağı bulunmayan ülkelerde kalan kaynaklar parasal anlamda sınırlı değer üretir. Örneğin petrol zenginliği Körfez ülkelerine yıllardır sonu belirsiz refah ve zenginlik imkanı sunuyor. Bu ülkeler bugün bu zenginlikle internetten gördüğümüz en lüks arabalardan tutun da, inşa ettikleri yapıları satın almak isteyen yatırımcılara kadar alıcıya finansman sağlayabiliyor. Ya da son dönemin gözde konularından nadir elementler doğal kaynağa güzel bir örnek teşkil edebilir. Nitekim her ne kadar bizim gibi gelişen bir ülke sayılsa da, Çin’e gelişmiş ülkelerle her masada rekabet edebilme gücü verir.
Biz de ise durum maalesef farklı. Türkiye’de yenilenebilir enerji ve bazı maden ürünlerinin dışında doğal kaynak anlamında pek zengin sayılmayız. Para birimimiz dünyada rezerv para değil. Finansman kaynağı yaratabilmek için üretmemiz, büyümemiz, kazanmamız ve gelir yaratmamız gerekiyor. Biz de gelişmekte olan bir ülkeyiz. Küreselleşmiş dünyanın rekabet arenasında güç anlamında başlıca jeopolitik konumumuzun stratejik olması, yani her bölgeye yakınlığımız, limanlarımızın olması sayılabilir. Bunun haricinde ise genç nüfusu sayabilirdik ama uzun vadede artık o kadar da genç olmadığımızı söyleyebiliriz. Yıldan yıla nüfusun yaşlanma hızına baktığımızda Afrika ülkeleri ya da Türki cumhuriyetler genç nüfus anlamında bizi geride bırakıyor. Geriye de aslında güç sayılabilecek iş gücü kalıyor. Bu da aslında bizim için Türk lirasının reel anlamda değerine bağlı olarak değişkenlik gösteren bir güç diyebilirim. Çünkü günümüzde Polonya, Macaristan, Mısır gibi ülkeler doğrudan yatırım yapacak olanlar için iş gücü maliyeti açısından bizden daha rekabetçi durumdalar. Gelgelelim sanayicilerimizden duyduğumuz kadarıyla asgari ücretin üstüne binen ek maliyetlerle beraber, pahalı bile sayılabiliriz.
Ülkemizde faaliyet alanlarını reel sektör ve finans olarak ikiye ayıracak olursak, reel sektör içinden geçtiğimiz dönemde başta finansmana erişim anlamında zor durumda. Nitekim Sayın Cumhurbaşkanı tarafından hazırlığının yapıldığı duyurulan Kredi Garanti Fonu büyük umutlar taşıyor. Mevcut durumda faizlerin yüksek olduğu döneme yatırımının borcuyla giren sanayici, kazandığını borcunun faizine veriyor. Halka açık şirketlerin bilançosundan da gördüğümüz gibi karlılıklar eriyor. Aslında özetle, üretmenin anlamsızlaştığı bir noktaya geliyoruz. Finans sektöründe ise para doğal olarak pahalı. Almaya razı olsan bile mevcut borçlardan kaynaklı gösterebilecek teminat, verilebilecek rehin bile olmayabiliyor yatırımının borcunu ödeyen sanayici açısından.
Bu noktada Kredi Garanti Fonu öncesinde Merkez Bankası’nın Enflasyon Raporu’nun para politikasındaki sıkılık ve mevcut politikanın devamına işaret eden basın toplantısını takip etmiştik hatırlanacağı üzere. Rapor’da ise MB’nin reel sektör şirketleri ile yaptığı görüşmeler neticesinde; ağırlıklı olarak işletme sermayesi kaynaklı finansman ihtiyacı vurgusunun artmasında yıl başında yapılan ücret artışları kaynaklı maliyet baskısının etkili olduğu gözlemlendiği aktarılıyor.
Nitekim kamuya açıklanan verilerden hem Kapasite Kullanım Oranı hem de Reel Kesim Güven Endeksi tarihsel ortalamalarının altında kalmaya devam etti. Bu durum imalat sanayinde zayıflama sinyallerinin belirginleştiğine işaret ediyor. Çok fazla detaya girmeyeceğim ancak her halükarda resim kaynak yetersizliğine işaret ediyor. Hem yurt içinde hem de yurt dışında ekonomideki belirsizlik talebi baskı altına alıyor. Dolayısıyla üretimi artırmak için pek sebep yok, hatta ürettiğini satabilecek olmandan yana ya da sattığının parasını almaktan yana endişeler olduğu göze çarpıyor. Tedarik zincirinde ya da alacak tahsilatında en ufak problem sanayiciye finansman ihtiyacı olarak dönüyor. Zaten başta işçilik maliyetleri olmak üzere biriken maliyetleri talep yetersizliğinden fiyatlara yansıtamayanlar başta işletme sermayesi olmak üzere finansman kaynağına ihtiyaç duyuyor.
Şimdi başladığım noktaya dönecek olursam; ülke olarak doğal kaynağın yoksa üretmek ve bir şekilde ürettiğini bir yere satmak zorundasındır. Üretimi de tüketimi de anlamlı kılabilmek için belli bir seviyede de enflasyon şarttır. Bu enflasyonu sağlıklı biçimde üretebilmek için de ekonominin büyümesi gerekir. Bizim gibi gelişen ülkeler büyüme potansiyeli taşıdıkları için gelişen ülkedir. İçinde bulunduğumuz durumda bu bahsettiğim denklemi gerçekleştirebilmek için eksik olan en önemli parça finansmandır. Mevcut kaynakların yetmediği noktada, enflasyonu dizginlemek için sıkı para politikası varken KGF gibi maliye politikası kanadından genişleyici politikalar reel kesime nefes aldırabilir. Ama içinde bulunduğumuz durumda reel kesimin KGF’nin şartlarından ziyade gündeminin sadece erişilebilirlik olacağın düşünüyorum. Çünkü bu nefes yatırım için, büyümek için alınmayacak diye düşünüyorum. Bu nefes, yaşamak için alınacak gibi görünüyor. Dolayısıyla geçtiğimiz dönemlerden farklı olarak üretimi ya da istihdamı artırıcı niyetlerden ziyade mevcudiyeti devam ettirebilmek için kullanılacağını düşünüyorum. Nihayetinde finansman koşullarında bir yerlerde fedakarlık kaçınılmaz. Faizden ziyade hassasiyetin vade yapısında olabileceğine dikkat etmekte fayda var. Zira içinde bulunduğumuz konjonktürde yavaş ve temkinli adım atacaksak, zamana ihtiyacımız var ve zaman giderek daha pahalı hale geliyor aslında.
KGF, Türkiye’nin sanayisizleşme riskine karşı sağlanmış önemli bir destek oldu. Ancak KGF’yi bir çıkış yolu, bir kurtuluş anahtarı gibi konumlandırmanın doğru olmadığı kanısındayım. KGF artık boğulma aşamasına gelmiş şirketlere bir nefes alma imkanı sağlatacak. Faizi veya maliyeti değil, vade imkanı sağlaması belirleyici olacak. Ancak önemli olan, şirketleri bu aşamaya getiren koşulların değişip değişmeyeceği. Sanayide maliyet yapısı ve iş koşulları kalıcı olarak düzelmediği, işletmelere önünü görme fırsatı tanınmadığı müddetçe bugün nefes alacak işletmeler yarın yine aynı sorunlar ile baş başa kalacak. Kalıcı iyileşme için Türkiye’yi girdi maliyeti, işçilik ücreti, enerji maliyeti gibi rekabetsiz hale getiren unsurları normalleştirebilmek gerekir.