Hasret, kavuşulamayana duyulan özlem, tüm dünya edebiyatının en vazgeçilmez teması. Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Romeo ve Juliet, uzak doğunun büyük aşkları… Ve Nayman Ana’nın kaybettiği mankurtlaşan oğluna duyduğu hasret… Bütün bu örneklerde özlem, bir büyük sancı. Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı geç takdir edilse de hasret, özlem ve roman kahramanının ıstırabını derinden hissettiren başarılı bir eser. Ali’nin Romandaki kahramanı Raif Bey’in Maria Puder’e karşı beslediği aşk sessiz, farklı ve derinden bir his gerçekten: Geç fark ettiği hakikatin gölgesinde ruhunda yankılanan, tüm benliğini sarsan bir yas ve özlem hâli sanki. İçe çekilmiş bir çaresizlik gibi. Bu aşk, bireysel bir ıstıraptan ziyade “özlediği muhayyel hâlin” artık geri gelmeyeceğini fark etmesine dair bir sancı, acı sanki. Raif Bey’in iç dünyasında derinden hissettiği aşkın derin kırılganlığını, bireysel bir kaybın sızısı olarak kabul edersek, tarihsel süreçte 1838 sonrası büyük ölçüde kaybettiğimiz uluslararası ticaret ve gümrük politika muhtariyetimizi de Türk İktisadi Milliyetçiliğin kolektif özlemi addedebiliriz. 1838 Baltalimanı Ticaret Anlaşması’nın getirdiği liberalleşme ile gümrük vergilerinin yüzde 5’ler civarına çekilmesi Osmanlı sanayisini çökertmiş, Cumhuriyetin sanayileşme çabalarının başlangıç maliyetlerini yükseltmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin iktisat politikası alanındaki özerkliğini (policy space) daraltmış, kalkınmanın başlangıç şartlarını (initial conditions) ağırlaştırmış, kalkınma ve ticaret politikalarımızın muhtariyetini çelik bir korseye sokmuştur.
Uluslararası ticarette Avrupa periferisinde konumlanmış olmamız, iktisat ve özellikle ticaret politikalarında tam muhtariyet kazanamamamız, bir “yarı bağımlı” uluslararası ekonomi politik ilişkisini sürekli yeniden üretmekte, Türkiye Cumhuriyeti’nin jeopolitik dinamiklerini kıskaç altına almaktadır. Türkiye’nin iktisadi kalkınma tarihinin en temel meselesi bu iken, paradoksal biçimde, mesele siyasi söylem düzleminde zaman zaman dillendirilse de, uygulamada çoğu kez kenara itilmiş, toplumsal bilinçaltına bastırılmış bir özleme dönüşmüştür.
Cumhuriyet’in erken döneminde görülen List-Gökalp çizgisindeki iktisadi milliyetçi kalkınma ruhu, hem ekonomik hem zihinsel bağımsızlık arzusuyla yoğrulmuştu. Bugün aynı irade modern koşullara uyarlanmakta ise de, kurumsal koordinasyon ve stratejik bütünlük eksikliği nedeniyle dağınık, parçalı ve çoğu kez vasat düzeyde tezahür ederken, yalnızca savunma sanayisi alanında olağanüstü yoğunlaşmış bir gayret ve enerjinin kristalize olduğu görülmektedir. Sabahattin Ali’nin romanındaki Raif Bey’in kırılgan aşkı, bireysel bir kaybın sızısı ise; Türk aydınının derinlerinde yaşayan iktisadi bağımsızlık arzusu, çok daha geniş ölçekli bir kaybın psikolojisidir. Bu kayıp, kültürel soyutluklardan ziyade, uluslararası ticarette kapitülasyonlarla başlayan, Baltalimanı Ticaret Anlaşması’yla kurumsallaşan, madenlerden kabotaja, gümrük gelirlerinden tarımsal üretim rejimine, hatta arkeoloji ve tarihî varlıkların yönetimine kadar genişleyen egemenlik erozyonunun kolektif hafızadaki acı tortusudur.
Türk iktisadi milliyetçiliğinin bilinçaltı kolektif yası
Raif Bey’in içsel aşkı, bireysel bir duygusal boşluğu temsil ederken, Türk aydınının bilinçaltındaki özlem, ekonomik bağımsızlığın kaybına duyulan kolektif bir yas ve nostaljidir. Tarihte hep devletle var olmuş, devletle düşünen bir milletin zihninde, 1838’den bu yana adım adım yitirilmiş iktisadi egemenlik, Gümrük Birliği ve Batı’ya bağımlılık; yabancı dille eğitim politikaları ve küresel medya hegemonyası ile birleşerek, “yarımanda” durumunu pekiştirmiştir. Bu durum, çoğu zaman mırıldanılan ancak hayatın sert gerçekleri karşısında zaman zaman depreşen ancak çoğunlukla pratikte göz ardı edilen bir ideal olarak varlığını sürdürmektedir. İktisadi milliyetçilik ve bağımsız iktisat politikası, siyasal parti programlarındaki utangaç cümlelerde, üniversite öğrencilerinin mezuniyet öncesi sloganlarında ve aydın çevrelerin yüksek perdeden fakat düşük riskli söylemlerinde bir özlem ve sancı olarak akarken, uygulamada Batı’nın ekonomik ve politik hâkimiyeti kesintisiz biçimde sürmüştür. Bu söylem-pratik ayrışması, eyleme geçemeyen, “karnından konuşan”, dışa bağımlılık konforunu tehdit etmeyen, riski düşük söylem milliyetçiliği üretmiştir.
Böylece iktisadi milliyetçilik, politik bir tercih olmaktan ziyade, psikolojik bir teselli mekânına dönüşmüş; kolektif bilinçte “bilinmesi gereken fakat yapılmaması arzulanan” bir alan olarak konumlanmıştır. Bu durum, Türk modernleşmesinin karakteristik bir gerilimini yansıtmaktadır:
• Sözde iktisadi egemenlik, pratikte reel ekonomi finansal ilişkilerde yüksek bağımlılık;
• Bir nevi yüksek retorik, düşük eylem; eleştirel bilinç, operasyonel yeteneksizlik.
Sonuçta, iktisadi milliyetçilik bağımsızlık iradesinden ziyade, bir erteleme ve geciktirme sanatına dönüşmüştür. Kısaca 1838 Baltalimanı Ticaret Anlaşması ile başlayan, Cumhuriyet dönemi sanayileşme hamlelerinin önünü sekteye uğratan, 20. yüzyılda AB ile kurulan Gümrük Birliği’ne kadar uzanan süreç, devletin politika alanındaki özerkliğini aşındırmıştır. Ulusal kalkınma stratejilerinin uygulanmasını ertelemiş, aşınan iktisadi muhtariyet Türkiye Cumhuriyeti’nin jeopolitik manevra alanı da daraltmış, dış politika kriz dönemlerinde daima ülkemiz aleyhine Batının kullanışlı bir manivelasına dönüşmüştür. Diğer taraftan aydınlarımızın sosyal psikolojisinde ise karşı karşıya kalınan bu yarı bağımlılık ilişkisi bir nevi kısık sesli bir nostalji, bir tür ekonomi politik sineye çekiş; Türk Aydınının bilinçaltındaki iktisadi bir özleme, öldürmeyen ancak acıtan bir yaraya dönüşmüştür. Cumhuriyet’in kurucu kuşağı, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, iktisadi bağımsızlığı devlet aklının merkezine koymak için muazzam bir çaba göstermiştir. Bugün ise bu tamamlanmamış miras, Türk aydınının ruhunda hem tarihsel bir acı hem de yeniden inşa edilebilir bir iktisadi güç kapasitesine duyulan stratejik bir inanç olarak yankılanmaktadır.
Balta Limanı’nın gölgesinde yarı manda ticaret rejimini kanıksamak
1838 Baltalimanı Antlaşması, Osmanlı’yı Wallerstein’ın merkez-çevre sisteminde bir periferiye dönüştürmüş; üretim zincirleri kırılmış ve iktisadi bağımsızlık dışa bağımlı hâle gelmiştir. Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e, Cumhuriyet’e uzanan modernleşme süreci, ekonomik damarına sinmiş derin bir travma bırakmıştır. 20. yüzyılın Anglo-Sakson hegemonyası ve II. Dünya Savaşı sonrası güvenlik merkezli bağımlılık ilişkileri, Türkiye’nin manevra alanını kısıtlamış, Gümrük Birliği, Serbest Ticaret Anlaşmaları, sübvansiyon ve endüstriyel politika süreçlerinden dışlanmıştır. Son dönemde AB’nin Yeşil Mutabakat ve inovasyon politikalarına doğrudan katılamamak, Türkiye’nin reel ekonomi yönetimini kıskaç altına almıştır. NATO ve Batıya olan teknoloji bağımlılığı, finansal kırılganlık ve İngilizce ağırlıklı eğitim politikaları ile birleştiğinde, genç beşeri sermaye stokumuzun entelektüel stratejik kapasitesi ile egemenliğe dair bakış açısı “mankurtlaştırılmış” devlet ve millet, kendi önceliklerini belirleme yeteneğini büyük ölçüde yitirmiştir.
Ekonomi bürokrasisi ve müteşebbis sınıf, Türk özle sektör yarı kamu tüzel kişilikleri (Odalar, iş adamları dernekleri vs.) Mazzucato’nun deyimiyle infantilized (bebekleşmiş), pasif politik-strateji alıcıları (policy taker) haline gelmiştir. Ulusal strateji geliştirme nokta-i nazarından ekonomi politika yönetimimiz edilgenleşmiştir.
Türk iktisadi milliyetçiliğinin zincirkıranı: Savunma sanayi ekosistemimiz
Bugün Türkiye, savunma sanayiinde Listçi-Gökaplçı bir iktisadi milliyetçiliğin çok başarılı ve dinamik bir örneğini sergiliyor. Hiçbir gevşekliğe yer vermiyor. Su sızdırmaz bir yaklaşım. Muasır medeniyet seviyesini yakalamış ve hatta üzerine çıkmış ‘tabir caiz ise ‘Sert Türk İktisadi Milliyetçiliği’, savunma sanayiinde vücut buluyor. MİLGEM sınıfı firkateynler, Milli Muharip Uçağımız Kaan, Hürjet, Anka, TB-2 ve diğer insansız hava araçlarının operasyonel başarıları; GökBey Helikopter Motoru, TF 6000, TF-35.000 Jet Motorları, Çelik Kubbe hava savunma sistemleri, MURAD AESA radarları, Atmaca ve diğer seyir füzeleri, denizaltı ve tank projeleri; Kızılelma’nın ilk havahava insansız savaş uçağı olarak jet motorlu bir uçağı kendi havadan-havaya füzesi ve veri-bağı sistemi ile vurması; dünyanın alanında en yüksek tahrip gücüne sahip Gazap mühimmatı, ileri yerli torpido sistemleri, MKE’nin kritik mühimmat üretimleri ve unuttuğumuz sayısız ürün ve proje… Bu başarılar yalnızca teknolojik kapasitenin değil, aynı zamanda stratejik bağımsızlık iradesinin, Türk iktisadi milliyetçiliğinin ve ekosistem zekasının somut göstergeleri. Aselsan, Havelsan, Roketsan, ASFAT, TSM, MKE ve Savunma Sanayi Başkanlığı, mevcut imkânlar dikkate alındığında Türkiye’yi çağdaş medeniyetin ötesine taşıyan bir statüye yükselten; mühendislik, inovasyon ve stratejik özerklik kapasitesinde olağanüstü bir başarı… Bu saha, Raif Bey’in nostaljisi ve travmalarıyla malul, arafta kalmış Türk özel sektörü ya da bürokrasisinin mutad rutinlerinden tamamen farklı, kendi iç mantığı ve hedeflerine odaklanmış, sağlam psikolojisi ile disiplinler arası bir ekosistem… Savunma sanayinde sergilenen mühendislik cesareti, stratejik özerklik arzusu ve ekosistem zekâsı, Türkiye’nin potansiyelini yalnızca bir sektörde değil, tüm ekonomik dokuda yeniden üretebilecek bir model sunmaktadır. Ne var ki bu model, sivil ekonomi sahasına henüz intikal etmemiştir. Sivil sanayi, tarım, madencilik ve ileri teknoloji alanları;
Gümrük Birliği’nin yapısal bağımlılık ilişkileri, dışa bağımlı üretim zincirleri ve kırılgan finansal yapılara sıkışmış durumda kalmış, enerji ve yenilik kapasitesi dağınık, reaktif ve parçalı bir ritimde seyretmiştir. İthal teknolojiye duyulan keskin inanç, insiyaki güven, stratejik egemenlik idealimizi sekteye uğratan, geciktiren bir zihin yapısını kemikleştirmiştir.
Bu menfi tablo yalnızca maddi değil, kurumsal ve psikolojik bir olguya da işaret eder.
Eğitim sistemi ve beşeri sermaye altyapımız, savunma sanayindeki dinamizmi taşıyacak şekilde örgütlenmemiş; liyakat, disiplin ve meritokratik akıl, sivil ekonomi ve bürokrasiye yeterince nüfuz edememiştir. Savunma sanayindeki yüksek motivasyon kültürü ile sivil alanlardaki alışkanlıklarla işleyen rutin arasındaki fark, Türkiye’nin kalkınma hikâyesinde en temel yapısal gerilimi temsil etmektedir. Bu nedenle mesele yalnızca kaynak, teknoloji ya da pazar meselesi değil; yöntem, zihniyet ve kurumsal mimari meselesidir.
Analitik köprü: Savunma sanayi zekasının sivil ekonomiye yansıtılması
Savunma sanayindeki başarılar, yalnızca mühendislik ve inovasyon kapasitesini değil; aynı zamanda stratejik bağımsızlık için özveri, ‘meritokratik-liyakate’ dayalı organizasyon yapısının can alıcı önemini de göstermektedir. Türkiye’nin disiplin, özveri ve sistematik ‘meritokrasi’ anlayışından uzak kalan, sivil ekonomi ve bürokrasi sahaları politika üretimi ve stratejik karar alma süreçlerinde çoğunlukla, Batının pasif alıcısı, ‘policy taker’ rolüyle sınırlı kalmıştır. Kısaca AB ve küresel politika metinlerini çevirerek strateji üreten statükodan bir arpa boyu uzaklaşılamamıştır. Savunma sanayinde başarıyla kurulan ulusal “ekosistem zekâsı” ve ileri teknolojide tezahür eden Sert Türk İktisadi Milliyetçiliği, özel sektörün ve kamu bürokrasisinin gevşek, alışkanlıklarla işleyen rutinine taşınmadığı sürece; üretim zincirlerindeki yapısal kırılganlık, teknoloji bağımlılığı ve kronik verimsizlik sürecek, ülke ekonomisi potansiyelinin altında bir dengeye mahkûm kalacaktır.
Aynı anda tecrübe ettiğimiz biri olağanüstü enerjik ve yenilikçi, diğeri verimsiz ve durağan düalist iki ekonomik yapı arasındaki asimetri, Türk iktisadi milliyetçiliği ve stratejik özerklik hedeflerinin en kritik darboğazı gibi duruyor. Savunma sanayi ekosisteminde inşa edilen “kilit kırıcı”, tavizsiz sert irade ve fiili kapasite, sivil sanayi, tarım, eğitim ve ileri teknoloji sahalarına aktarılmalı; üretim zincirlerindeki kırılganlık azaltılmalı, beşeri sermaye ve eğitim altyapımız milli stratejik özerklik vizyonu ile yeniden dizayn edilmelidir. Türkiye, Asya ve yapay zeka çağının tehdit ve fırsatlarına karşı yalnızca savunma sanayi sahasında değil, tüm ekonomik ve teknolojik sektörlerde kendi kaderini tayin edebilecek bir “ekonomik egemenlik” kapasitesi inşa etmelidir. Bu bağlamda, Türkiye’nin iktisadi milliyetçiliğinin stratejik ilerleyişi için kritik olan, savunma sanayindeki liyakat-meritokratik sistemin sivil sanayi, tarım, madencilik ve ileri teknoloji alanlarına da entegre edilmesi gerekliliğinin bir kez daha altını çizelim. Bu sayede hem sivil ekonomi hem de kamu yönetimi, stratejik özerklik perspektifiyle güçlenecek, ulusal değer zincirleri kırılganlıktan kurtulacak ve Türkiye, çok kutuplu ve rekabetçi küresel ekonomik sisteme hazırlıklı hâle gelecektir.
Stratejik sıçrama: çok kutuplu dünyada Türkiye’nin ekonomik rotası
Dünya düzeninin hızla dönüştüğü yeni eksende, bazı yapılar ister istemez tasfiye olacak, bazıları ise yeniden kurulacaktır. Türkiye, bu dönüşümün pasif bir izleyicisi değil, aktif bir kurucusu olmalıdır. Türkiye’nin ekonomik yönelimi ideolojik ve reaksiyoner reflekslerle değil; egemenliği, bağımsızlığı ve manevra kapasitesini artıran fonksiyonel bir stratejiyle belirlenmelidir. Dünya düzeni yeniden kurulmaktadır. Bu süreç öngörülemeyen, olağanüstü tasfiye ve yükselişlere şahit olacaktır. Türkiye bu dönüşümün pasif seyircisi değil, aktif oyun kurucusu olmak zorundadır.
• Gümrük Birliği modeli eskimiştir: Asya merkezli üretim ve ticaret ağlarının belirleyici olduğu yeni dünyada mevcut Gümrük Birliği, hukuken değil ama fiilen tasfiye sürecine girmiştir. Türkiye, Brüksel’de karar alamayan “policy taker” pozisyonundan çıkmalı; “Türk-exit” perspektifi ile şartlarını kendisi belirleyen, Avrupa ile özerk ve çok yönlü bağları yeniden tasarlayan bir modele geçmelidir.
• Tek kutuplu hiyerarşi çökmüştür. ABD hegemonyası erirken, “Bretton Woods” düzeni işlevsiz hale gelmiştir. Çin, Asya, BRICS ve Körfez ülkeleri artık üretim ve finans ağlarının yeni merkezleridir. Türkiye, tek yönlü bağımlılıklar yerine çok yönlü angajmanlarla stratejik muhtariyetini genişletmelidir.
• Asya Ekonomik Yüzyılı sanayi politikasını yeniden yazmaktadır. Yapay zekâ, çip, ileri malzeme, savunma-inovasyon, veri ekonomisi ve tedarik zincirlerinin Asya’ya kayması, Türkiye için sıçrama fırsatı sunmaktadır. Gerekli olan, yeni bir sanayi politikasıdır; hedefi stratejik özerklik ve yüksek teknolojidir.
• Dil-Kültürel kapasite, aslında stratejik ekonomik de bir kapasitedir. İngilizce eğitim üzerinden yürüyen “kültür çevirmenliği” rolü, devlet egemenliği ve toplumsal özgüveni aşındırmaktadır. Türkiye’nin rekabet gücü, ana dilde bilgi ve teknoloji üretme kapasitesiyle özgünleşecektir. Beşeri sermayenin millileştirilmesi, stratejik özerkliğin merkezindedir. • Savunma ekosisteminin mantığı tüm ekonomiye yayılmalıdır. Savunma sanayinde ortaya çıkan Listçi-Gökalpçı dinamizm, meritokrasi, inovasyon ve stratejik farkındalık, sivil sanayi, tarım, madencilik, enerji ve dijital ekonomiye aynı yoğunlukla aktarılmadıkça, kırılganlık ve düşük verimlilik devam edecektir. • Türkiye, kurucu kapasitesini yeniden hatırlamalıdır. 1932’de Genoa Konferansı’nda IMF ve Dünya Bankası benzeri bir mimariyi öneren bir ülke, bugün de yeni küresel düzenin norm ve modalitelerini şekillendirebilecek tarihsel hafıza ve kapasiteye sahiptir. Gereken yalnızca: özgüven, stratejik tahayyül ve kurucu iddiadır.
Jeoekonomik özlem: Yeniden inşa çağrısı
Raif Bey’in özlemi, içe kapanmış derin bir sızıdır; bir milletin iktisadi bağımsızlık özlemi ise kolektif bilinçaltına nakşolunmuş, tarihsel, sosyo-psikolojik bir yaradır. Çin, Hindistan, Mısır ve Slav uygarlıkları gibi kadim coğrafyalarda devlet ve iktisadi düzen kurmuş bir Milletin aydınları için bu his, yalnızca kaybedilmiş bir bağımsızlığın hüznü değil; aslında yeniden inşa edilebilir bir iktisadi uygarlık kapasitesine duyulan bir tür arafta kalma halini de tanımlamaktadır. Türk aydınının ve devlet geleneğinin kolektif bilinci, tarihsel olarak merkez-çevre ilişkilerinin ve dışa bağımlılık düzenlemelerinin etkisinde şekillenen bir travmayı taşır. 1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması ile Osmanlı, Wallerstein’in dünya-sisteminde bir çevre ekonomisi konumuna itilmiş; üretim zincirleri kırılmış ve iktisadi egemenlik sınırlanmıştır. Cumhuriyet döneminin Ziya Gökalpçi iktisadi milliyetçilik anlayışı, bu kayıpları telafi etme çabası olarak okunabilir. Ancak 1995 sonrası Gümrük Birliği ve Atlantik sistemine siyasi ve güvenlik mimarisi eksenindeki entegrasyon bu bağımlılık ilişkisinin yeniden tesisine ve hatta daha da derinleşmesine sebep olmuştur. Bu süreçte, özellikle Batı ile kurulan sanayi ürünlerindeki Gümrük Birliği ilişkisi Türkiye’yi karar alma süreçlerinden dışlayan, kendi ticaret politikasını ithal eden, Brüksel’in tasarladığı politikaların pasif-alıcısı konumuna sokmuştur. Bahse konu süreç, AB politika metinlerini Türkçeye çevirerek kendi politikalarını üretmeye alışan bir bürokrasi, seçkinler sınıfı, STK’lar ve müteşebbis yapısı üretmiştir. Eğitim sisteminin yabancı dil odaklı ve Batı merkezli yönelimi, yerli beşeri sermaye ve ulusal entelektüel kapasiteyi zayıflatmış, eylem bir yana stratejik özerklik hedeflerini sınırlamıştır. Bu bağlamda, kolektif bilinçaltımızda yer eden cılız fakat hala varlığını sürdüren bu inatçı bağımsızlık özlemi, yalnızca aşınmış bir egemenliğin nostaljisi değildir; yeniden inşa edilebilir bir iktisadi ve stratejik kapasiteye duyulan tarihsel ve psikolojik inancın da göstergesidir.
Bu özlem artık, yüzyıllar süren bir kaybın yasını tutan bir psikolojik halden çıkarak, egemenliğin yeniden inşasının zihinsel hazırlığına dönüşmelidir. Türkiye bugün tam bu eşikte duruyor: Eğer doğru stratejiyle ilerlerse, kolektif özlem yeniden inşa edilen iktisadi tam bağımsızlığa, katıksız bir egemenliğe dönüşebilir. Türk savunma sanayi ekosistemi bize bunun nasıl gerçekleştirileceğini gösteriyor. Yapay zeka çağına girerken artık bu atılımı yapmalıyız. Aksi hâlde, bir kez daha “değeri geç fark edilen bir hakikatin” yasını tutmak zorunda kalabiliriz.