Businessweek
Bloomberg Businessweek Türkiye dijital dergisine aboneliğiniz boyunca tam erişim sağlayabilirsiniz. Abone Ol

Ekonomi

Türkiye’nin 60 yıllık Nükleer Yolculuğu
Türkiye 1950’lerin sonunda planlarını kurmaya başladığı, 2007’den sonra hızlanan, 2018’de inşaasına başlanan nükleer enerji santrali projesinde sona yaklaşıyor. Akkuyu Nükleer Enerji Santrali’nde ilk reaktörünün bu yıl, 4 reaktörün tamamının da 2028’e kadar devreye alınması hedefleniyor.
  • 4 Temmuz 2025 02:36
  • Ufuk Olgun
Türkiye’nin 60 yıllık Nükleer Yolculuğu

Türkiye’nin nükleer enerji yolculuğu, 1950’lerin sonunda atılan ilk adımlardan bugüne inişli çıkışlı bir seyir izledi. 27 Nisan 2023’te Akkuyu Nükleer Güç Santrali’ne (NGS) ilk nükleer yakıtın getirilmesi vesilesiyle düzenlenen törende Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in sanal katılımları, Türkiye’nin sonunda “nükleer kulübe” girmeye hazırlandığını dünyaya ilan etti.


Bu tarihi an, tam 60 yıl önce küçük bir araştırma reaktörüyle başlayan ve defalarca sekteye uğrayan nükleer enerji rüyasının ilk kez somut bir güce dönüşeceğinin işaretiydi. Ancak bu dönüşüm, teknik kazanımların ötesinde finansal, jeopolitik ve toplumsal boyutlarıyla birlikte geliyor ve “nükleer rüyanın” hangi bedellerle gerçeğe dönüştüğü sorusunu da beraberinde getiriyor.


İlk adımlar: Araştırma reaktöründen unutulan projelere


Türkiye’nin nükleer enerji serüveni 1950’lerin sonunda, barışçıl amaçlarla atom enerjisinden faydalanma hedefiyle başladı. 1956’da kurulan Atom Enerjisi Komisyonu ve İstanbul yakınlarındaki Küçük Çekmece’de 1 MW gücündeki TR-1 araştırma reaktörünün 1962’de işletmeye alınması, ülkeye nükleer teknoloji konusunda ilk deneyimlerini kazandırdı. Ancak enerji üretimine yönelik nükleer santral hedefi, başlangıçta hevesli adımlara rağmen uzun süre gerçekleşmedi. 1970’te hazırlanan fizibilite etüdü ve 1973’te bir 300 MWe gücünde deneme santrali kararı, dönemin planları olarak kayda geçti. Hatta 1976’da Akdeniz kıyısında Mersin ili Gülnar ilçesine bağlı Akkuyu sahası, ilk nükleer santralın yeri olarak lisans aldı. Ne var ki 1980’e gelindiğinde birkaç nükleer reaktör birden kurma girişimi, gereken devlet garantilerinin sağlanamaması nedeniyle sonuçsuz kaldı. Bu dönemde yaşanan ekonomik dalgalanmalar, 1980 askeri darbesiyle değişen öncelikler ve özellikle 1986’daki Çernobil nükleer felaketinin dünya çapında yarattığı endişe, Türkiye’de nükleer projelere desteği ciddi şekilde azalttı. Sonuç olarak 1980’ler boyunca Türkiye’nin nükleer atılım hayali fiilen “duraklama dönemine” girmiş oldu.


1990’larda küresel alanda nükleer enerjiye ilginin yeniden canlanmasıyla, Türkiye de planlarını raftan indirmeye çalıştı. 1993’te hükümet, ülkenin yatırım programına bir nükleer santral projesini dahil etti. Bunu takip eden süreçte, Akkuyu sahasında inşa edilecek yaklaşık 2000 MWe kapasiteli bir santral için 1996’da şartnameler yayımlandı. Uluslararası ihaleye 1997’de ABD’li-Westinghouse ile Japon Mitsubishi ortaklığı, Kanada’dan AECL (CANDU reaktörleri için) ve Fransa’dan Framatome ile Alman Siemens konsorsiyumu gibi güçlü teklif sahipleri katıldı. Ancak ekonomik belirsizlikler yüzünden hükümet kararını defalarca erteledi; 1998’den 2000’e sekiz kez ertelenen ihale süreci, sonunda 2000 yılının Nisan ayında dönemin hükümeti tarafından iptal edildi. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit iptale gerekçe olarak ülkenin içinde bulunduğu ekonomik krizi ve projenin yüksek maliyetini işaret etti. Nitekim 2000’lerin başında Türkiye hala elektrik ihtiyacını termik santraller, hidroelektrik ve artan oranda doğal gaz ile karşılayan, nükleer santrali olmayan bir ülkeydi.


Mevzuattan atılıma: Akkuyu modeli


Uzun süre rafa kaldırılan nükleer enerji hedefi, 2007’de tekrar devletin gündemine girdi. Enerji talebinin hızla artması ve dışa bağımlılığın artan riskleri, nükleer seçeneğini yeniden cazip hale getirdi. AK Parti hükümeti, uluslararası yatırımcıları çekebilmek ve özel sektörü sürece dahil edebilmek amacıyla 2007 yılında nükleer santral kurulumuna ilişkin yasal çerçevede köklü değişikliklere gitti.


Kasım 2007 ’de “Nükleer Güç Santrallarının Kurulması ve İşletilmesi ile Enerji Satışına Dair Kanun” Meclis’te kabul edilerek yürürlüğe girdi. Bu yasa, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’na (TAEK) nükleer santral kuracak yatırımcıları belirleme kriterlerini oluşturma görevi verirken, üretilecek elektriğin 15 yıl süreyle satın alınması garantisini de içeriyordu. TETAŞ (Türkiye Elektrik Ticaret AŞ), nükleer santrallerin üreteceği elektriğin tamamını veya büyük kısmını uzun vadeli kontratlarla almayı taahhüt edecekti. Ayrıca kanun, atık yönetimi ve nükleer santrallerin işletmeden çıkarılması için birer ulusal fon oluşturulmasını öngörüyor, olası kazalara karşı uluslararası sorumluluk rejimini (OECD Paris ve Brüksel Konvansiyonları) kabul ediyordu. Kısaca, özel sektör ve yabancı yatırımcılar için hem yasal güvence hem de alım garantisi sunularak yıllardır sonuç alınamayan nükleer santral hedefi yeniden canlandırıldı.


Bu yasal zemin hazırlandıktan sonra, Mart 2008’de Türkiye ilk somut adımı attı ve Akkuyu sahasında kurulacak nükleer güç santrali için ihaleye çıktı. Teknik kriterler esnek tutulmuş; en az 600 MWe gücünde, 40 yıl işletme ömrüne sahip PWR, BWR veya PHWR tipi reaktörlerin teklifine imkan tanınmıştı. İhaleye ilk başta 14 kadar şirket ilgi gösterse de, son teslim tarihine kadar yalnızca bir teklif sunuldu. Bu teklif, Rus devlet nükleer şirketi Rosatom’un iştiraki Atomstroyexport ile yine Rus Inter RAO ve Türk ortağı Park Teknik’ten oluşan konsorsiyumun 4×1200 MWe VVER-1200 (AES-2006) reaktörlerinden oluşan bir santral önerisiydi. Teklif, TAEK tarafından teknik olarak yeterli bulunurken ilginç bir detay dikkat çekiyordu: TAEK’in şartnamesinde harcanmış nükleer yakıtın (radyoaktif atığın) yurtdışına geri gönderilmesi şartı yer alıyordu ve bu koşulu kabul eden tek şirket Rosatom olmuştu. Diğer batılı şirketlerin bu atık yakıtı geri alma sorumluluğunu üstlenmek istememesi, ihalede rekabetin sınırlanmasına yol açan faktörlerden biriydi.


Teklif süreci teknik olarak başarıyla tamamlansa da, projenin mali boyutu konusunda belirsizlikler devam etti. 2009 boyunca hükümet kanadından, Rus teklifindeki elektrik satış fiyatının yüksekliğine dair açıklamalar geldi. Nitekim Rosatom konsorsiyumu, üreteceği elektriğin kWh başına 12,35 cent sabit fiyattan 15 yıl boyunca yüzde 100 alım garantisi istemişti. Bu rakam, o dönemin piyasa elektrik fiyatlarının oldukça üzerinde olduğundan, projeye eleştirel yaklaşanlar tarafından “yüksek bir fatura” olarak değerlendirildi. Sonuçta ihale süreci resmi bir kazanan ilan edilmeden noktalandı; ancak perde arkasında Ankara ve Moskova arasında daha büyük bir pazarlık başlamıştı. Aralık 2009’da Türkiye’nin en yüksek idari mahkemesi, Danıştay, TETAŞ’ın ihale sonucunu onaylamasını engelleyen bir karar verince, hükümet farklı bir yola yöneldi. Nisan 2010’da Ankara’da yapılan üst düzey görüşmeler meyvesini verdi ve Mayıs 2010’da Türkiye ile Rusya arasında hükümetlerarası bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma, Akkuyu NGS projesinin klasik bir yap-işlet-devret modelinden çok farklı, benzersiz bir finansman ve sahiplik yapısıyla gerçekleştirilmesini öngörüyordu: Yapİşlet- Sahip Ol (Build-Own-Operate, BOO).


Akkuyu modeli, dünya nükleer enerji tarihinde ilk kez uygulanacak bir formüldü. Anlaşmaya göre Rusya’nın devlet şirketi Rosatom, Akkuyu’da kurulacak 4 ünitelik santralin yüzde 100 sahibi olacak, finansmanı sağlayacak, inşaatı gerçekleştirecek, santrali işletecek ve sonunda hizmet ömrü dolduğunda sökümünü yapacaktı. Projenin toplam yatırım bedeli yaklaşık 20 milyar dolar olarak öngörülürken, Rosatom başlangıçta Türk tarafına hisse vermeyi planlamadı. Ancak orta vadede Rosatom, projeyi yürütecek Akkuyu Nükleer A.Ş. isimli şirketin yüzde 49 hissesini diğer yatırımcılara devretmeyi düşünebileceğini belirtti. Türkiye’nin elektrik üretim şirketi EÜAŞ ile özel sektör firması Park Teknik’in azınlık hissedar olmaları için niyet beyanında bulunulduysa da, bu gerçekleşmedi. 2017’de Cengiz, Kolin ve Kalyon şirketlerinden oluşan bir Türk konsorsiyumu yüzde 49 hisseye ortak olma girişiminde bulundu; ancak finansal anlaşmazlıklar nedeniyle 2018 başında bu üç firma projeden çekildi. Neticede Akkuyu NGS projesi bugün itibarıyla yüzde 100 Rosatom iştiraki olan bir şirket tarafından yürütülüyor.


Akkuyu anlaşması, finansman ve kârlılık sorunlarını çözmek adına Türkiye’ye belli garantiler sağladı. Bunların başında, TETAŞ’ın alım garantisi geliyor: Türkiye, Akkuyu NGS’de üretilecek elektriğin ilk 15 yıl için belirlenen kısmını 12,35 cent/ kWh sabit fiyattan satın almayı taahhüt etti. Anlaşmaya göre birinci ve ikinci reaktörlerin üreteceği elektriğin yüzde 70’i, üçüncü ve dördüncü reaktörlerin ise yüzde 30’u bu fiyattan alım garantisine tabi olacak, geri kalan üretim serbest piyasada satılacak. Ayrıca 15 yıl sonunda santral yatırım maliyetini karşılayıp kâra geçtiğinde, proje şirketi elde edeceği kârın yüzde 20’sini Hazine’ye pay olarak verecek. Bu tür maddeler, Rosatom’un devasa yatırımının uzun vadede geri dönüşünü güvence altına alırken, Türkiye açısından ise 2030’lara dek piyasanın üzerinde bir fiyattan elektrik satın alma yükümlülüğü anlamına geliyor. Diğer yandan, proje bütçesi başlangıçta öngörülen 20 milyar dolar sınırını da aştı. 2012’de Rus kaynakları toplam maliyeti 25 milyar dolara çıkabileceğini belirtmişti, nitekim sonraki yıllarda yapılan sermaye artırımlarıyla Rusya’nın projeye taahhüdü 22 milyar dolara yükseltildi. Bu tutar, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin tek kalemde yapılan en büyük yatırım projelerinden biri olarak kayda geçti. Dönemin Enerji Bakanı Fatih Dönmez, Akkuyu’nun “ülke tarihinin en büyük yatırımı” olduğunu vurgulayarak 30 bini aşkın kişinin inşaatta çalıştığını ve tesisin 80 yıl ömürle hizmet verebileceğini belirtti.


Akkuyu NGS’nin inşaat süreci resmi olarak Nisan 2015’te Erdoğan ve Putin’in katıldığı bir temel atma töreniyle başlatıldı. Fakat gerçek anlamda ilk beton dökümü ve nükleer ada inşaatının başlangıcı, gerekli ruhsatların tamamlanmasıyla Nisan 2018’de gerçekleşti. Türkiye, 2019’da Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. yılı olan 2023’ü, ilk reaktörün devreye alınması için sembolik bir hedef tarih olarak duyurmuştu. Planlar, Akkuyu-1’in 2023 sonuna doğru şebekeye elektrik vermeye başlaması, ardından diğer ünitelerin birer yıl arayla 2026’ya kadar devreye alınması şeklindeydi. Projenin uygulanmasında aksaklıklar yaşansa da –2022’de yerli ana yüklenici firma IC İÇTAŞ ile Rosatom arasında anlaşmazlık çıkmış, Rus tarafı Türk yükleniciyi değiştirmeye kalkışmış ancak siyasi arabuluculukla sorun aşılmıştı– inşaat dört reaktörde de ilerledi.


Nisan 2023’te birinci ünitenin reaktörüne ilk nükleer yakıtın yüklenmesi için gerekli yakıt çubukları Rusya’dan siteye getirildi ve böylece tesis “nükleer tesis” statüsü kazandı.


Dünya Nükleer Birliği (WNA) verilerine göre, Türkiye’nin ilk reaktörü 2025’te devreye girip, diğer üniteler de tamamlandığında 4×1200 MWe gücündeki Akkuyu santrali ülkenin elektrik ihtiyacının yaklaşık yüzde 10’unu karşılar hale gelecek. Hedef, 2028 sonuna kadar dört ünitenin de ticari işletmeye geçmiş olması yönünde. Eğer bu gerçekleşirse, Türkiye 21. yüzyılın ilk çeyreği bitmeden nükleer enerjiyi elektrik sepetine dahil etmiş olacak.


Akkuyu’nun Gölgesi


Akkuyu projesi, Türkiye’ye ilk nükleer santralini kazandıracak olmanın ötesinde, benzeri olmayan BOO modeliyle sağladığı kolaylıklar kadar yarattığı yeni bağımlılıklar nedeniyle de yoğun tartışmalara yol açtı. Öncelikle, Rosatom’un yap-sahip ol-işlet modeliyle Akkuyu’ya yüzde 100 sahip olması, Türkiye’nin kritik bir enerji altyapısının yabancı bir güç tarafından kontrol edilmesi anlamına geliyor. Santral işletmeye girdiğinde üretilecek elektriğin büyük kısmı 15 sene boyunca Rus şirketinin garantili geliri olacak; Rusya, işleteceği santral sayesinde on yıllar boyu Türkiye elektrik piyasasının bir aktörü haline gelecek. Dahası, anlaşma şartları Akkuyu NGS’nin işletme ömrünü 60 yıl olarak belirliyor (bu süre uzatmalarla 80 yıla çıkabilir). Bu da 2080’li yıllara dek uzanabilecek bir Rus varlığını ve nüfuzunu ifade ediyor. Washington merkezli düşünce kuruluşları, Rosatom’un nihai kontrolünün Kremlin’de olması nedeniyle, Akkuyu’nun “NATO üyesi Türkiye’nin enerji altyapısında Rus etkisini artıracağı” yönünde uyarılar yapıyor. Jamestown Foundation tarafından 2025’te yayımlanan bir analizde, Akkuyu projesinin Rusya’ya Türkiye üzerinde uzun vadeli stratejik koz verebileceği, bunun da özellikle Karadeniz jeopolitiğinde ve Türkiye’nin Batılı müttefikleriyle ilişkilerinde risk unsuru taşıdığı belirtiliyor. İlk bakışta bir enerji projesi gibi görünse de, nükleer santral gibi kritik bir tesis, ulusal güvenlik perspektifinden de değerlendiriliyor. Bu nedenle Akkuyu anlaşması, kimilerine göre Türkiye’yi enerjide dışa bağımlılıktan kurtarmak yerine farklı bir bağımlılık biçimine sokma potansiyeli de taşıyor.


Finansal açıdan da Akkuyu modelinin getirdiği avantajlar ve maliyetler dikkat çekiyor. Türkiye projeyi kendi kamu bütçesinden tek kuruş harcamadan hayata geçirmiş görünüyor; zira sermaye ve finansman Rus şirketlerinin sorumluluğunda. Bu, devasa bir yatırımın borç hanesine yazılmaması anlamında kısa vadede avantaj olarak sunuluyor. Ancak Akkuyu için, Mersin’de “stratejik yatırım” statüsü tanındı ve belirli vergi muafiyetleri, teşvikler devreye sokuldu. Buna rağmen Rus tarafı, 2022’den itibaren finansman konusunda zorluklar yaşamaya başladı. Ukrayna’daki savaş ve buna bağlı yaptırımlar ortamında, Rosatom’un uluslararası bankacılık sistemine erişimi kısmen kısıtlandı. 2022 yazında Rosatom’un, Akkuyu projesine devam edebilmek için acil olarak Türkiye’ye 5 milyar dolarlık fon transfer ettiği haberleri basına yansıdı. 2023’e gelindiğinde ise proje bütçesinde 7 milyar dolarlık bir finansman açığı oluştuğu ve bu paranın transferinde pürüzler çıktığı bildirildi. Habertürk’te yer alan bir incelemeye göre, Rusya projenin finansmanında Türkiye’den vergi muafiyeti ve benzeri bazı tavizler talep etti, ancak Ankara bu isteklere olumlu yanıt vermediği için Rosatom beklenen sermayeyi göndermekte ayak diretti. Ayrıca Rus Gazprombank’ın ABD’li bankalar aracılığıyla Türkiye’ye aktarmaya çalıştığı milyar dolarlık fonların, ABD’nin yaptırım endişeleriyle dondurulduğu ortaya çıktı. Bu nakit sıkıntısı nedeniyle Akkuyu sahasındaki inşaatın ikinci, üçüncü ve dördüncü ünitelerinde yavaşlama yaşandığı, mevcut kaynakların öncelikle ilk reaktörün zamanında bitirilmesine kanalize edildiği belirtiliyor.


Enerji uzmanı Güntay Şimşek’in aktardığına göre, eğer gerekli ek finansman sağlanamazsa birinci ünitenin devreye girişi yine sarkabilir, ancak Rosatom ilk üniteden elektrik satışına başlayarak nakit akışı yaratmayı ve sonraki ünitelerin inşasını bu gelirle hızlandırmayı planlıyor.


Bu gelişmeler, Akkuyu projesinin aynı zamanda jeopolitik maliyetlere açık olduğunu gösteriyor. Türkiye, bir yandan enerji arz güvenliğini artırmak isterken diğer yandan yaptırım sarmalındaki bir ülke olan Rusya’nın sermayesine ve takvimine bağımlı hale gelebiliyor.


Kasım 2015’te Türkiye’nin bir Rus savaş uçağını düşürmesiyle patlak veren Ankara-Moskova krizinde, Rusya Enerji Bakanlığı Akkuyu projesini gözden geçirebileceklerini ima etmişti. Her ne kadar kriz kısa sürede yatıştırılıp proje raydan çıkmasa da, yaşananlar bu tür stratejik projelerin siyasi gerilimlerden etkilenebileceğini ortaya koydu. Benzer şekilde, 2022’de Ukrayna savaşı sonrası Batı dünyası Rusya’ya kapsamlı yaptırımlar uygularken, Türkiye Akkuyu üzerinden Rusya ile ekonomik ilişkisini derinleştirmeye devam etti. Bu durum, bir NATO ülkesi olarak Türkiye’yi hassas bir dengeye zorluyor: Bir tarafta enerji güvenliği için nükleeri destekleyen ABD ve Avrupa’nın ilkeli duruşu, diğer tarafta bu nükleer santrali inşa eden yaptırıma tabi Rus şirketi. Rosatom, ABD’nin yaptırım listesinde olmasa da, finansman transferlerinde karşılaşılan sorunlar dolaylı etkilerin hissedildiğini gösteriyor. Sonuç olarak Akkuyu, “enerji mi, jeopolitik mi?” ikilemini içinde barındıran bir proje halini almış bulunuyor.


Sepetteki nükleer


Türkiye’nin nükleer enerji hamlesini, ülkenin genel enerji ve iklim politikası çerçevesine oturtmak gerekiyor. Türkiye, enerji talebinin hızla arttığı bir OECD ekonomisi olarak son 20 yılda tüketimini ikiye katladı ve bu artışı karşılamak için büyük ölçüde ithal fosil yakıtlara bel bağladı. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) verilerine göre Türkiye, 2023 itibarıyla toplam enerji arzının yüzde 72-75’ini ithalatla karşılayan bir ülke olarak öne çıkıyor.


Özellikle elektrik üretiminde 2000’ler boyunca ithal doğal gaz santrallerinin hızla çoğalması, enerji portföyünü dış şoklara açık hale getirdi. 2010’ların ortasına gelindiğinde Türkiye elektrik üretiminin yaklaşık üçte biri Rusya’dan alınan doğalgazla çalışan santrallerden sağlanmaktaydı. Rusya, uzun yıllar Türkiye’nin bir numaralı gaz tedarikçisi olmuş ve 2016 gibi siyasi gerginlik dönemlerinde sözleşmelere aykırı şekilde fiyat artırıp gaz akışını kısarak bu kozu kullandığı bile görülmüştü. Bu bağlamda hükümetler enerji kaynaklarını çeşitlendirmeyi ve enerji güvenliğini artırmayı stratejik öncelik ilan ettiler. 2010’larda devreye alınan LNG terminalleri, TANAP gibi boru hatlarıyla gazda alternatifler oluşturulurken, yenilenebilir enerjide ciddi bir atılım yapılarak rüzgar ve güneşin payı yükseltildi. Ancak temel baz yük kaynağı olarak nükleer enerji, özellikle 2020 sonrasında tekrar kritik bir seçenek olarak sunuldu.


Cumhurbaşkanı Erdoğan, Nisan 2023’te Akkuyu’ya yakıt yükleme töreninde yaptığı konuşmada Avrupa Komisyonu’nun nükleeri “yeşil enerji” olarak sınıflandırdığını hatırlatarak, 4 ünite devreye girdiğinde ülke elektriğinin yüzde 10’unu sağlayacak Akkuyu’nun Türkiye’yi iklim hedeflerine yaklaştıracağını ifade etti. Türkiye, Paris Anlaşması’nı onaylamakta gecikmiş olsa da nihayet 2021’de onayladı ve 2053 yılı için net-sıfır karbon emisyonu hedefi açıkladı. Bu iddialı hedef doğrultusunda 2030’lara kadar elektrik üretiminde kömürü azaltmak, yenilenebilir kapasiteyi katlamak ve enerji verimliliğini artırmak planlanıyor. Hükümet, nükleer enerjiyi de karbonsuz bir baz yük kaynağı olarak bu denklemde kritik görüyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar, Mart 2024’te Soçi’deki Atomexpo konferansında yaptığı konuşmada, Türkiye’nin 2053 net-sıfır hedefi için nükleer enerjinin “kritik rol” oynayacağını vurguladı. Bakan’ın verdiği bilgilere göre Türkiye, 2035’e kadar 7,2 GWe kurulu nükleer güç kapasitesine, 2050’ye kadar ise 20 GWe’a ulaşmayı planlıyor – bu da yaklaşık 12 adet büyük reaktöre tekabül ediyor. Bu, Akkuyu’daki 4 reaktörün toplam 4,8 GWe gücünde olacağı düşünülürse, gündemde iki yeni nükleer santral projesi daha var demek oluyor.


Sinop ve ötesi


Akkuyu ile yetinmeyen Ankara, ikinci ve üçüncü nükleer santral için çalışmalarını sürdürüyor. İkinci santral için ilk adres Karadeniz kıyısındaki Sinop. 2008’de Sinop sahası resmen nükleer santral yeri olarak belirlenip alt yapı etütlerine başlandı. 2013’te Japonya ile imzalanan bir hükümetlerarası anlaşma çerçevesinde Mitsubishi Heavy Industries ve Fransa’dan Areva’nın (Framatome) başını çektiği konsorsiyum, Sinop’ta 4×1150 MWe ATMEA1 tipi reaktör inşa etmek üzere öncelikli müzakere hakkı aldı. Yaklaşık 22 milyar dolar olarak hesaplanan proje maliyeti, Fukushima kazası sonrası güvenlik standartlarının yükseltilmesiyle iki katına çıkarak 44 milyar dolar mertebesine ulaşınca süreç sekteye uğradı. Türkiye tarafı, Akkuyu’da Rosatom’a sağladığı alım garantisi gibi destekleri Sinop’ta vermek istemeyince, yatırımcıların finansman bulması güçleşti. 2018’de önce projede yer alan Itochu (Japonya) ardından işletmeci olarak düşünülmüş Fransız Engie konsorsiyumdan çekildi. Fiilen rafa kalktığı düşünülen Sinop projesi için Türkiye alternatif arayışlarına yöneldi. 2020’lerin başında Güney Kore kamu şirketi KEPCO, Sinop’a APR-1400 tipi reaktörler kurmak üzere yeni bir teklif sunduğunu açıkladı. Hatta Mart 2023’te EÜAŞ bünyesinde TÜNAŞ adında bir alt şirket kurularak Sinop projesini “yeniden canlandırmak” için çalışmalara başlandığı duyuruldu. Öte yandan, üçüncü santral için gözler Trakya bölgesine çevrildi. Kırklareli’nin İğneada sahası uzun zamandır aday bölge olarak telaffuz ediliyordu. 2015’te TAEK İğneada’yı resmen potansiyel nükleer santral yeri olarak belirledi. Son dönemde, özellikle Çin ile bu konuda yoğun temaslar olduğu biliniyor. 2023 Haziran’ında hükümet, Doğu Trakya’da Çinli firmalarla çok ünitelik bir santral kurulumu için müzakerelerin ilerlediğini açıkladı. Muhtemel teknoloji olarak, Çin’in Hualong One (HPR1000) reaktörlerini ya da Çin lisansı altındaki Westinghouse AP1000 türevlerini kullanan bir proje gündemde. Türkiye ayrıca küçük modüler reaktörler (SMR) konusunda da çeşitli ülkelerle (örneğin ABD, Kanada) iş birliği sinyalleri veriyor, hatta Enerji Bakanlığı Kanada’nın da nükleer projelere ilgi göstermeye başladığını belirtti. Kısacası, Akkuyu ile başlayan nükleer macera, Sinop ve Trakya ile devam edecek çok ayaklı bir program olarak tasarlanıyor.


Bölgedeki nükleer adımlar


Bölgesel ölçekte bakıldığında, Türkiye’nin nükleer enerji hamlesi komşu coğrafyalardaki eğilimin bir parçası. Orta Doğu’da Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Mısır son yıllarda nükleer enerjiye yatırım yapan ülkeler arasında. BAE, enerji stratejisinde nükleere en erken start veren ülke oldu. 2009’da Güney Kore’nin KEPCO liderliğindeki konsorsiyumu, Abu Dabi emirliğinde kurulacak Barakah Nükleer Santrali için seçildi. 2012’de inşasına başlanan Barakah’taki dört APR-1400 reaktörünün ilki 2020’de ticari işletmeye girdi ve 2023 itibarıyla dört reaktörün tamamı devreye alınma aşamasına ulaştı. Toplam 5.600 MWe gücündeki Barakah santrali, BAE’nin elektrik ihtiyacının yaklaşık yüzde 25’ini karşılayacak şekilde planlanmıştı. Bu proje, yap-işlet modeliyle değil, ENEC adlı Abu Dabi devlet şirketinin çoğunluk hissesine sahip olduğu bir ortak girişimle hayata geçirildi. KEPCO, Barakah santralinin işletme şirketi Barakah One PJSC’nin yüzde 18 oranında hissedarı olurken ENEC yüzde 82 payla kontrolü elinde tuttu. Finansmanın büyük kısmı Abu Dabi hükümeti ve uluslararası kredilerle sağlandı, yani BAE santralın mülkiyetini kendi elinde tutarak yabancı teknoloji ve işletme deneyiminden faydalandı. Sinop örneğinin aksine, BAE yönetimi nükleer yatırımcısına uzun vadeli elektrik alım garantisi gibi ayrıcalıklar vermek yerine, bizzat projeye ortak olmayı ve kontrolü bırakmamayı tercih etti. Sonuçta Barakah, görece takvime uygun ilerleyerek (başlangıçta 2017 olarak hedeflenen devreye giriş tarihleri birkaç yıllık sapmayla olsa da) Orta Doğu’nun ilk işleyen nükleer santrali unvanını kazandı.


Mısır ise yıllardır konuşulan nükleer enerji hedefini somutlaştırmak için Rusya ile anlaştı. Kahire yönetimi, El-Dabaa sahasında kurulacak dört ünitelik bir nükleer santral için 2016’da Moskova ile anlaşma imzaladı. Bu anlaşmaya göre Rosatom, tıpkı Akkuyu’da olduğu gibi VVER- 1200 tipi reaktörleri inşa edecek; ancak mülkiyet Mısır devletinde kalacak şekilde bir finansman modeli uygulanıyor. Rusya, proje maliyetinin yüzde 85’ini karşılayacak 25 milyar dolar tutarında bir kredi sağlıyor, kalan yüzde 15’lik payı Mısır kendi bütçesinden koyuyor.


Bu kredi, 2029’dan başlamak üzere 22 yıl boyunca, yıllık yüzde 3 faizle geri ödenecek şekilde planlandı. İnşaat Temmuz 2022’de ilk reaktörde başladı, hedeflenen takvime göre 2030’ların başında reaktörlerin birer birer devreye girmesi amaçlanıyor. El-Dabaa devreye girdiğinde Mısır’ın elektrik ihtiyacının yaklaşık yüzde 10’unu karşılayacak ve tıpkı Akkuyu gibi iklim dostu bir baz yük kaynağı oluşturacak. Ancak Mısır’ın modeli Türkiye’ninkinden farklı olarak, Rusya’ya finansal bağımlılığı kredi borcu üzerinden, stratejik kontrolü ise daha sınırlı düzeyde olacak şekilde tasarlandı. Yani Mısır nükleer santralının sahibi ve işletmecisi kendi ulusal kurumları olacak, Rosatom ise yüklenici ve yakıt tedarikçisi rolünü üstlenecek. Bu açıdan bakıldığında Türkiye, nükleer teknoloji transferi ve yerli kapasite geliştirme konusunda en zayıf konumda kalan örneklerden biri sayılıyor. Zira Akkuyu’da reaktörlerin tasarımı, yakıtı ve kritik bileşenleri tamamen Rosatom tarafından sağlanıyor, Türk mühendisleri ise daha çok inşaat ve montaj aşamalarında deneyim kazanıyor. 2010 anlaşmasıyla 100’ün üzerinde Türk öğrencinin Rusya’da nükleer mühendislik bursu alması kararlaştırılmıştı ve bu yetişmiş işgücü Akkuyu’da istihdam edilmeye başlanmıştı. Yine de teknolojiye tam hakimiyet ve yerlileşme oranı bakımından değerlendirildiğinde, Türkiye’nin BOO modeli nedeniyle know-how edinme şansı sınırlı kalabilir.


Nükleer toplum ve nükleer gelecek


Nükleer enerji konusundaki toplumsal algı ve siyasetin tutumu da bu büyük dönüşümün önemli bir parçası. Türkiye’de nükleer santral fikri ilk ortaya atıldığında 1970’lerde kamuoyunda ciddi bir tartışma yaratmamıştı, zira konu daha çok bürokratik bir hedef olarak görülüyordu. Ne var ki 1986 Çernobil faciası, özellikle Karadeniz bölgesinde bıraktığı izlerle Türk halkının hafızasında nükleere dair derin bir olumsuz imaj yarattı. 1986 sonrası dönem, dünya genelinde nükleer karşıtı hareketlerin güçlendiği, Türkiye’de de çevrecilerin olası santral planlarına tepki gösterdiği yıllardı. 2000 yılında Ecevit hükümetinin nükleer ihaleyi iptal kararında, ekonomik gerekçelerin yanı sıra kamuoyundan ve meslek odalarından gelen tepkilerin de etkili olduğu biliniyor.


2010’larda ise AK Parti hükümeti nükleer projeyi stratejik bir hedef olarak benimseyip kararlılıkla uygulamaya koyarken, çevre örgütleri ve bazı muhalefet partileri seslerini duyurmaya çalıştı. Mersin ve Sinop’ta Nükleer Karşıtı Platform adı altında yerel hareketler oluştu; mitingler, insan zincirleri ve hukuki girişimlerle projelerin iptalini talep ettiler. Özellikle Akkuyu için hazırlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporuna karşı davalar açıldı, ancak yargı süreçleri projeyi durdurmaya yetmedi. 2023 seçimleri öncesinde çevreci örgütler, muhalefetteki Millet İttifakı’ndan iktidara gelirse Akkuyu projesini gözden geçirme ve nükleerden vazgeçme sözü vermesini istedi. Ne var ki ne iktidar ne de ana muhalefet, seçim beyannamelerinde projeyi durdurmaktan bahsetmedi – aksine nükleer, devlet politikası olarak sahiplenildi. Bunun altında, kamuoyunda nükleere bakışın kısmen değişmesinin de payı var. İklim değişikliği endişeleri ve enerjide dışa bağımlılığın getirdiği yüksek faturalar, bazı kesimlerde “nükleer gerekli bir kötülüktür” anlayışını pekiştiriyor. Yapılan sınırlı anketler, halkın nükleer santrallere geçmişe kıyasla daha fazla destek verdiğini ima ediyor, ancak hâlâ önemli bir kesim güvenlik riskleri nedeniyle endişeli. Özellikle Akkuyu’nun bulunduğu Mersin yöresinde tarımla geçinen halk, olası bir kaza durumunda geçim kaynaklarının yok olacağından korkuyor. Ayrıca Akkuyu sahasının deprem riski konusunda resmi raporlar “saha sağlam” dese de, Şubat 2023’te Güneydoğu’da yaşanan 7,8 büyüklüğündeki deprem sonrasında akıllara bu soru da geldi. Depreme 450 km mesafede olmasına rağmen Akkuyu’da şiddetlice hissedilmeyen sarsıntı, santralde herhangi bir hasara yol açmadı. Yine de Türkiye gibi deprem kuşağındaki bir ülkede nükleer tesis işletmenin sorumluluğu sık sık vurgulanıyor.


Sonuç olarak, Türkiye’nin nükleer enerjiye geçiş süreci teknik olduğu kadar siyasi bir hikâye. 1959’da küçük bir araştırma reaktörüyle filizlenen hayal, 2025’e gelindiğinde Rusya ortaklığında dev bir santralle gerçeğe dönüşmek üzere. Bu dönüşüm, enerjide dışa bağımlılığı azaltma hedefiyle atılırken başka tür bir bağımlılığın kapısını aralama riski taşıyor. Nükleer enerji, Türkiye’nin karbon emisyonlarını düşürüp elektrik arz güvenliğini artırabilir, zira Akkuyu devreye girdiğinde yıllık yaklaşık 35 milyar kWh elektrik üreterek gaz santrallerinin yükünü azaltacak. Ancak bu kazanım, kWh başına anlaşılmış sabit fiyat nedeniyle maliyetli bir çözüm olacak ve Rusya’ya ekonomik anlamda ciddi bir kaynak transferini beraberinde getirecek.


Bölgedeki diğer örneklere bakıldığında, Türkiye’nin seçtiği yolun ne derece doğru olduğu konusunda farklı görüşler mevcut. BAE, yabancı ortağını kontrol eden, finansal yükün önemli kısmını üstlenen ve hızlı sonuç alan bir modelle nükleeri devreye soktu. Mısır, krediyle de olsa santralının sahibi olmayı seçti. Türkiye ise sermaye riskini sıfırlamak adına tüm kontrolü Rosatom’a bırakan bir modelle yol aldı. Bu tercihler önümüzdeki yıllarda sonuçlarını gösterecek.


Akkuyu NGS’nin 2025 içinde elektrik üretmeye başlamasıyla birlikte, Türkiye enerjide yeni bir döneme girecek. Bu dönemin getirileri – sanayiye düşük karbonlu sürekli enerji, daha az doğalgaz ithalatı, iklim hedeflerine katkı – ile götürüleri – yüksek maliyetli alım garantileri, Rusya’ya stratejik bağımlılık, atık ve güvenlik riskleri – giderek daha görünür hale gelecek.


Enerji bağımsızlığı gerçekten sağlandı mı, yoksa bağımlılık şekil mi değiştirdi? Nükleer, iklim krizine çare mi, yoksa geleceğe bırakılan bir yük mü? Bu sorular, Türkiye’nin nükleer serüveni ilerledikçe daha sık sorulacak gibi görünüyor. Her halükârda, 60 yılı aşkın süredir kurulan nükleer enerji hayalinin nihayet vücut bulması, sadece bir teknik projeden ibaret değil, aynı zamanda ülkenin ekonomi politiğini de dönüştüren bir sınav niteliğin taşıyor.


Dergi Erişimi
Dergi içeriklerini okumak için Bloomberg Businessweek Türkiye dijital dergisine abone olmanız gerekmektedir.Abone değilseniz abonelik satın alarak tüm dergi içeriklerine sınırsız erişim sağlayabilirsiniz
Abone Ol
Rekabetçiliği Nasıl Kaybettik, Nasıl Kazanırız?
Rekabetçiliği Nasıl Kaybettik, Nasıl Kazanırız?
TÜSİAD’ın Maliyet Bazlı Rekabet Gücü Endeksi Türkiye’nin son yıllarda rekabetçiliğini nasıl kaybettiğini rakamlarla ortaya koydu. Asıl soru: Bu kayıp neden gerçekleşti? Soruya verilen cevaba göre çözüm önerileri de farklılaşıyor…
Global Kâr Atlası
Global Kâr Atlası
"İnsan eylemlerinde de bir med-cezir vardır. Onu yükseldiği anda yakalamak, başarıya götürür." - William Shakespeare
Merkez Bankaları İçin “Söz Gümüşse, Sükut Altın” mı?
Merkez Bankaları İçin “Söz Gümüşse, Sükut Altın” mı?
Merkez bankası metin ve iletişimleri, sadece bir yan unsur değil, merkez bankacılığının temel bileşenlerinden biri haline geldi.
ABD’den Türkiye’ye Kripto Düzenlemeleri: Yeni Oyun Planı
ABD’den Türkiye’ye Kripto Düzenlemeleri: Yeni Oyun Planı
Kripto paralar için kurallar yeniden yazılıyor: ABD’den Türkiye’ye, yeni oyun planı küresel rekabetin rotasını çiziyor.
Roche’un Sağlıkta Bütüncül Vizyonu, Yaşamları Dönüştüren Teknolojilere Yön Veriyor
Roche’un Sağlıkta Bütüncül Vizyonu, Yaşamları Dönüştüren Teknolojilere Yön Veriyor
Dijital dönüşüm, sağlık hizmetlerini daha erişilebilir, kişiye özel ve etkili kılarak yaşamları değiştiriyor. Sağlıkta dijitalleşmenin rolünü ve Roche’un hasta odaklı tanı ve tedavi çözümlerini Roche Diagnostik Türkiye Genel Müdürü, Türkiye & Orta Asya ve Kafkas Ülkeleri Yönetim Merkezi Başkanı Nazli Sahafi ve Roche İlaç Türkiye Genel Müdürü Farid Bidgoli anlatıyor.
Borsanın Gözü Faiz İndirimlerinde
Borsanın Gözü Faiz İndirimlerinde
Merkez Bankası’nın Mart ayı ortasında ara verdiği faiz indirimlerine bu ay yeniden başlayacağına yönelik beklentiler iyice artmış durumda. 30 Haziran sonrası yüzde 10 artan BIST100’ün yükselişini yıl sonuna kadar sürdürmesi bekleniyor. Bu dönemde endeks üzerinde getiri sağlaması beklenen sektörler ise bankacılık, holdingler ve gayrimenkul yatırım ortaklıkları.
Küresel Ticaret 9 Temmuz’un Gölgesinde: Anlaşma mı, Ayrışma mı?
Küresel Ticaret 9 Temmuz’un Gölgesinde: Anlaşma mı, Ayrışma mı?
Trump’ın tarifelerinde 90 günlük müzakere süresi 9 Temmuz’da sona eriyor. Küresel ticaret yeni bir kırılmanın eşiğinde. Trump’ın “ya taviz ya tarife” yaklaşımı, küresel ekonomi için Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor. Avrupa şimdi fırsatı değerlendirmek, dünya ise krizi önlemek zorunda.
İran-İsrail Geriliminin İz Düşümü: BAE’nin Yükselişi ve Türkiye’nin Stratejik Şansı
İran-İsrail Geriliminin İz Düşümü: BAE’nin Yükselişi ve Türkiye’nin Stratejik Şansı
İran ile İsrail arasındaki 12 günlük savaş, dönüşen Orta Doğu için yeni bir stres testi oldu. Birleşik Arap Emirlikleri bir başka testi yine başarıyla geçerek “yeni Singapur” vizyonunu pekiştirirken, Türkiye için yine ve yeniden bu sefer küresel rekabet gücünü artıracak bir fırsat kapısı aralandı.
Tıklamanın Ölümü
Tıklamanın Ölümü
Bir başlığa tıklamak yerine, içeriği yaşamın içine gömme çağındayız.
Kishore Mahbubani Soruyor 21. Yüzyılın Gerçek Sahibi Kim?
Kishore Mahbubani Soruyor 21. Yüzyılın Gerçek Sahibi Kim?
Mahbubani, Doğu-Batı dengesinin yeniden yazıldığı bu çağda, Asya’nın entelektüel özgüveninin ve yönetişim kapasitesinin en güçlü savunucularından biri olarak öne çıkıyor.
Rönesans Holding Hollandalı Ortağı ile Avrupa’nın İkonik Binalarını Yenileyecek
Rönesans Holding Hollandalı Ortağı ile Avrupa’nın İkonik Binalarını Yenileyecek
Rönesans Holding ve Ballast Nedam birlikteliği, Türk mühendisliğinin küresel ölçekteki gücünü gösteren iyi bir örnek olarak öne çıkıyor.
Geleceğin Otomotiv Merkezini İnşa Etmek: Yeni Nesil Otomobil Şehirleri
Geleceğin Otomotiv Merkezini İnşa Etmek: Yeni Nesil Otomobil Şehirleri
Otomotiv tarihinde önemli merkezler eski ihtişamlarını kaybederken yeni nesil araçlar ve otonom sürüş teknolojilerinin yükselişiyle birlikte, yeni otomotiv şehirleri öne çıkıyor.
Trump’ın 12 Milyar Dolarlık Turizm Darbesi
Trump’ın 12 Milyar Dolarlık Turizm Darbesi
ABD Başkanı’nın ikinci döneminin daha dördüncü ayı bitmişken, politikaları dünya çapında turizmi altüst ediyor. Aşağıda inceleyebileceğiniz dokuz grafik küresel seyahat üzerindeki etkiyi gösteriyor.
Bill Ackman Tweetleyerek Yolunu Buluyor
Bill Ackman Tweetleyerek Yolunu Buluyor
Wall Street milyarderi Bill Ackman kendini fazlasıyla çevrimiçi, Trump-sever bir kültür savaşçısına dönüştürdü. Şimdi ise sıradaki Warren Buffett olmak istiyor.
Hampton Inn’in Dünya Hakimiyeti İçin “Yeterince İyi” Formülü
Hampton Inn’in Dünya Hakimiyeti İçin “Yeterince İyi” Formülü
Hampton, titizlikle tamamlanarak ABD’nin en büyük zinciri ve küresel bir ihracat ürünü haline geldi. Yeni waffle makineleri de hazırda bekliyor.