Gerçek, Yanılgı ve Uluslararası Siyasette Sessiz Şeytan
Kendimize söylediğimizde, yalanı daha yüksek sesle haykırırız.” – Eric Hoffer
“Galatı meşhur, fasihi mehcurdan evladır (Yaygın yanlış, kullanılmayan doğrudan iyidir)” diye eski bir tabirimiz var; Hayır: ‘Yaygın yanlış, kullanılmayan doğrudan iyi değildir.’ Buna, duygusal tepki ve etik kaygıları geri planda bırakarak, menfaate dayalı, akılcı ve hesaplanmış davranma eğiliminin altını çizen, çok da yabancısı olmadığımız ‘ilm-i siyaset’ tabirini de ekleyelim. Bizde aydınların dillerine pelesenk olan bu tabir, kast ettiği makul anlamın satıh altında, pragmatik amaç, davranış ve tavırları peçelemek için bahane olarak da kullanılabilmektedir. Bu perspektifi uluslararası siyasete taşıdığımızda, özellikle büyük güçlerin diplomatik uygulamalarında hak veya gerçeğin çarpıtılması, devletlerin başat stratejik aracı hâline gelmektedir. Halihazırda insanlık, sosyal medyanın da etkisiyle bu eğilimin başat örneğine, ABD ve Avrupa’nın Ortadoğu ve Filistin politikaları örneğinde en çıplak gerçekliğiyle şahit olmaktadır. Burada hak ve gerçeğin çarpıtılması, yalnızca geçici sosyolojik kabul veya meşruiyet elde etme aracı olarak değil, aynı zamanda uluslararası sistemdeki hegemonik çıkarları korumayı amaçlayan stratejik bir zırh olarak da işlev görmektedir. Gerçeğin çarpıtılması, sözde demokratik Batılı sistemlerde yalnızca kamuoyu biçimlendirme amacıyla sınırlı kalmamakta; aynı zamanda fiili trajedilerin görünmez kılınması ve uluslararası toplumun vicdanının manipüle edilmesi için sistematik olarak da kullanılmaktadır. Demokratik sistemlerde yalan, cilalı bir ana akım/ ‘mainstream’ söylemle toplumsal rıza ve meşruiyet üretirken; otoriter rejimlerde gerçek bastırılmakta ya da tek bir resmi hikâyeye indirgenmektedir.
John J. Mearsheimer’in ve Liderler Neden Yalan Söyler (Why Leaders Lie: The Truth About Lying in International Politics, 2011) adlı eseri, uluslararası politikadaki sessiz şeytanın işleyişini anlamlandırmak açısından güzel bir çerçeve sunmaktadır. Mearsheimer’e göre yalan, geçici bir manipülasyon aracı değil, liderlerin uluslararası siyasette rasyonel ve ekonomik-politik hesaplarla kullandıkları oldukça yerleşik bir yöntemdir. Böylece Mearsheimer’in bu çalışması, hepimizin bildiği, çok yabancısı olmadığımız uluslararası bir olgunun, uluslararası siyasette gerçekliğin sistematik olarak nasıl eğilip büküldüğünün, stratejik ve ekonomi-politik boyutlarıyla analitik olarak açıklandığı, önde gelen eserlerden biri olarak okuyucusunu beklemektedir.
John Joseph Mearsheimer: Hayatı, eğitimi ve akademik kariyeri
John Joseph Mearsheimer (d. 14 Aralık 1947), modern siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler disiplininde önde gelen bir düşünür ve akademisyendir. Özellikle “saldırgan realizm” (offensive realism) teorisine yaptığı katkılarla tanınan Mearsheimer, büyük güçler arasındaki ilişkileri, uluslararası sistemin anarşik yapısı içinde güvenlik ve hegemonya arayışı çerçevesinde analiz etmektedir. Çalışmaları, sadece akademik çevrelerde değil, siyaset ve medya aracılığıyla kamuoyunda da geniş yankı bulmaktadır. Mearsheimer, Brooklyn, New York’ta doğmuş, genç yaşta ABD ordusuna katılmış, 1970 yılında West Point Askerî Akademisi’nden mezuniyeti sonrası Hava Kuvvetleri’nde görev yapmıştır. Bu dönemde Güney Kaliforniya Üniversitesi’nden uluslararası ilişkiler alanında yüksek lisans derecesi almış, ardından Cornell Üniversitesi’nde siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve doktora derecelerini tamamlamıştır. Cornell’de geçirdiği yıllar, onu uluslararası güvenlik, nükleer caydırıcılık ve güç dengesi üzerine derinlemesine düşünmeye yönlendirmiştir.
Saldırgan realizmin öncüsü ve uluslararası politika eleştirmeni John Mearsheimer:
1982 Yılından bu yana Şikago Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Mearsheimer, burada ‘R. W. Harrison Distinguished Service Professor’ unvanını taşımakta ve Uluslararası Güvenlik Politikaları Programı’nda eş direktörlük yapmaktadır. Çalışmaları, uluslararası güvenlik, caydırıcılık teorisi ve büyük güçler siyaseti alanlarında yoğunlaşmıştır. Akademik dergilerde makaleler yayımlamanın yanı sıra, New York Times, Chicago Tribune gibi popüler yayınlar ve sosyal medya mülakatları yoluyla görüşlerini sıklıkla paylaşmaktadır.
Başlıca eserleri ve teorik katkıları
Mearsheimer’in akademik kariyerindeki en etkili eserlerinden biri 2001’de yayımlanan Büyük Güçler Siyasetinin Trajedisi (The Tragedy of Great Power Politics)’tir. Bu eserinde, büyük güçlerin anarşik sistemde hayatta kalmak için bölgesel hegemonya arayışına girdiklerini, bu arayışın çatışmaları kaçınılmaz kıldığını savunur. Bu yaklaşım, Kenneth Waltz’un savunduğu “defansif realizm”dan ayrılarak, devletlerin güç elde etmeye yönelik sürekli agresif bir motivasyona sahip olduğunu ileri sürer. 2007’de Stephen Walt ile birlikte kaleme aldığı İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası (The Israel Lobby and U.S. Foreign Policy) adlı kitap, ABD dış politikasında İsrail lobisinin etkisini tartışmış ve geniş yankılar uyandırmıştır. Mearsheimer, ABD-İsrail ilişkilerini, Orta Doğu istikrarı ve Amerikan ulusal çıkarları perspektifinden eleştirmiştir. Mearsheimer’in diğer önemli çalışmaları arasında Geleneksel Caydırıcılık ( Conventional Deterrence, 1983), Liddell Hart ve Tarihin Ağırlığı (Liddell Hart and the Weight of History, 1988) ve Liderler Neden Yalan Söyler (Why Leaders Lie, 2011) bulunmaktadır. Ayrıca, Çin’in yükselişi ve ABD-Çin rekabeti üzerine analizleri, güncel uluslararası politika tartışmalarında sıkça referans alınmaktadır.
Saldırgan realizm, yaklaşımı uluslararası sistem eleştirisi ve büyük güçler politikası
Mearsheimer’in “saldırgan realizm” teorisine göre, devletler hiçbir zaman mevcut güç seviyeleriyle tatmin olmazlar; kendi güvenliklerini sağlamak için mütemadiyen güç arayışındadırlar. Bu nedenle, büyük güçler arasında rekabet ve çatışma kaçınılmazdır. Mearsheimer, demokratik barış teorisi gibi liberal tezleri eleştirir ve uluslararası kurumların çatışmaları önlemede sınırlı etkisi olduğunu savunur. Çin’in ekonomik ve askeri yükselişini tarihsel realist perspektifle analiz eden Mearsheimer’e göre, Çin, ABD’nin Batı Yarımküredeki hegemonik yaklaşımlarına benzer şekilde, Asya’da bölgesel hegemonya arayacaktır. ABD’nin Çin ile “işbirliği ve entegrasyon” politikaları, Mearsheimer’a göre stratejik bir hata olup, Çin’in hızlı yükselişini hızlandırmıştır.
Çağdaş realizmin önemli düşünürü olarak John Mearsheimer.
Mearsheimer, uluslararası ilişkiler teorisine yaptığı katkılar ve güncel politik analizleriyle, çağdaş realizmin en etkili temsilcilerinden biri olarak kabul edilir. Saldırgan realizm yaklaşımı, hem akademik hem de politika yapıcı çevrelerde, büyük güçler arasındaki çatışma dinamiklerini anlamak için temel bir çerçeve sunmaktadır. Özellikle ABD-Çin rekabeti, Orta Doğu politikaları ve uluslararası güvenlik meseleleri bağlamında Mearsheimer’in analizleri hâlen güncelliğini korumaktadır.
Liderler neden yalan söyler? Mearsheimer’de yalanın ekonomi politiği
John J. Mearsheimer, Liderler Neden Yalan Söylerler: Uluslararası Siyasette Yalancılık (Why Leaders Lie: The Truth About Lying in International Politics, 2011) adlı eserinde, uluslararası siyasetin pek fazla gün yüzüne çekilmemiş, akademik manada ciddi şekilde tartışılmamış ancak çok sık kullanılan araçlarından birinin analizine odaklanmaktadır: yalan. Ona göre yalan, geçici olarak başvurulan bir manipülasyon yöntemi değil, liderlerin rasyonel ve stratejik şekilde faydalandıkları, ananevileşmiş, geleneksel bir uluslararası siyaset pratiğidir. Mearsheimer, konuyu sistematik olarak inceleyerek uluslararası ilişkiler literatüründe önemli bir boşluğu doldurmuştur. Mearsheimer’in görüşlerine geçmeden evvel kısaca yalanın siyaset sosyolojisine dair kısa tespitler yaparak yazarın görüşlerinin anlaşılmasına basit bir zemin hazırlamak faydalı olacaktır.
Meseleye siyaset sosyolojisi açısından baktığımızda gerçeğin eğilip bükülmesinin siyasetteki yansımalarının halk katında, kahvehane köşelerinde ya da günlük tartışmalarda bu kısa yazıdan çok daha sofistike şekilde ele alındığını hepimiz biliriz. Ancak Mearsheimer’in yaklaşıma kısaca girmeden evvel belki de meseleyi demokratik ve otoriter rejimler açısından kabaca ikiye ayırabiliriz. Kanaatimce, (sözde) demokratik Batılı rejimlerde yalan, sofistike bir ana akım yaklaşımı, ‘mainstream’ olarak işlev ifa eder. Adabına uygun, makyajlanmış ve çoğu zaman ikna edici bir gölge söylem anayasası gibi işlev görür. ABD ve AB’nin Ortadoğu ve özellikle Filistin politikalarında şahit olunduğu üzere, Atlantik Sistemi liderleri çıplak gerçeği inkâr etmek, görmüyormuş gibi yapmak bir yana bu gerçeği dile getirenleri de itibarsızlaştırmaya, hatta tehdit de kokan bir dil tercih etmektedirler. Ancak, bu dil fiili gerçekleri sürdürülemez hale getirmek bir yana, insani etiğin sınırlarını da en uç noktaya kadar zorlamaktadır. Demokratik yalan böylece yalnızca rıza üretmeye yönelik zoraki bir arayış yanında; aynı zamanda uluslararası toplumun vicdanını da oyalayarak, kasıtlı şekilde trajedilerin üzerini örtmeye hizmet etmektedir. Bu söylemler, gerçeği perdelemenin ötesinde Batı’nın kendi çıkarlarını korumayı amaçlayan bir dilsel zırh işlevi görmektedir. Otoriter toplumlarda ise yalanın kalibrasyonu farklı bir siyasi sosyolojik zemine oturur: burada gerçeğin eğilip bükülmesi gölge bir anayasal toplumsal rıza üretmekten ziyade güç ve itaate odaklanır. Gerçek ya bastırılır ya da tek bir resmi hikâyeye indirgenir. Kısacası, demokratik rejimler yalanı ikna ve meşruiyet için cilalarken; otoriter rejimler yalanı çıplak güçle pekiştirir.”
Aslında Mearsheimer’in, tarihsel örneklerle argümanını somutlaştırmaktadır. Nikita Kruşçev’in Sovyet füze kapasitesine dair yalanının ABD’de devasa bir silahlanma yarışı başlattığı söylenir. Dwight Eisenhower’ın U-2 casus uçaklarıyla ilgili söylediği yalanın, ABDSovyet zirvesinin iptaline yol açtığı belirtilir. Franklin Roosevelt’in, 1940’ta ‘USS Greer Olayı’nı Alman tehdidini büyütmek için kullanarak Amerikan halkını savaşa hazırladığı söylenir. George W. Bush yönetiminin Irak’ın kitle imha silahlarıyla ilgili yanlış beyanlarının milyonlarca insanın ölümüne yol açtığı ve tarihin basit bir gerçeğiymiş gibi üstünün örtüldüğü ortadadır. Mearsheimer’in bu çalışmasıyla akademik alana yaptığı katkı yalnızca realist bir gözlemle sınırlı değildir; yalanın siyasi, ekonomi- politik etkilerine de dikkat çeker. Liderlerin yalanları, yalnızca dış politikayı değil, bütçe tercihlerini, güvenlik harcamalarını ve piyasa aktörlerin sisteme olan güvenini de doğrudan etkiler. Bu bağlamda Mearsheimer’in kitabında inceldiği yalan, basit bir diplomasi taktiği olmaktan çıkar; maliyetli, uzun vadeli sistemsel sonuçlar doğuran iktisadi bir politika tercih hâline gelir. Kitap, liderlerin yalan söylemesini yalnızca etik bir sorun olarak değil, stratejik ve ekonomik boyutlarıyla ele alır. Ayrıca, yalanın ötesinde gizleme ve algı yönetme (manipülasyon/spin) gibi başka aldatma biçimlerinin de olduğunu vurgular. Mearsheimer’e göre, liderlerin yalan pratiğinde en belirleyici ayrım, başka bir devlete yalan söylemek ile kendi halkına yalan söylemek arasındaki stratejik farktır. Devletlerarası yalan, büyük güçler arasındaki derin güvensizlik ve karşılıklı denge ortamında nadiren başvurulan, yüksek riskli bir uygulamadır. Buna karşılık, liderler uluslararası siyasette daha ziyade kendi halklarını yanıltmayı tercih ederler; niyetleri kimi zaman ‘ulusal çıkar’ veya ‘etik gerekçe’ye dayanabilir, ancak bu tür yalanlar uzun vadede, Irak’ın parçalanmasına dair ABD ve müttefiklerinin kurguladıkları sistematik yalanların gösterdiği gibi ciddi toplumsal ve politik maliyetlere, hatta felaketlere yol açabilirler. Mearsheimer’in eseri, bu yönüyle yalnızca uluslararası ilişkilerde yalanın kullanımını açıklamakla kalmaz, aynı zamanda liderlerin stratejik ve ekonomi-politik hesaplarını anlamak için de kritik bir çerçeve sunar.