Akdeniz ikliminde yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağışlıdır. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlar yenilince biz de yenik sayıldık. Dağlar Karadeniz’de denize paralel, Ege’de ise dik uzanır. Pi sayısı 3,14’tür ama biz 3 alabiliriz. Türkiye tarımda kendi kendine yeten yedi ülkeden biridir.
Çocukluğumda aklıma kazık çakmış bu beş cümleden ilk dördü eğitim müfredatındaki yerlerini muhtemelen koruyorlar. Yerli malı haftasının sınıflarda kutlandığı yıllarda içimi rahatlatan, kendimi güvende hissettiren ve aynı zamanda ülkemle gurur duymamı sağlayan son cümlenin hala geçerliliğini koruduğunu söyleyebilmek ise pek mümkün değil, ne yazık ki. Zira, son yıllarda, birçok tarımsal üründe Türkiye’nin kendi kendine yeterlilik oranı - tüketimin yurt içi üretimle karşılanan yüzdesi - azalmakta. Meyve ve sebzede kendimize yetebilsek de, geleneksel beslenmede çok önemli paya sahip olan tahıl, kuru baklagil, pirinç ve sert kabuklularda çeşitli oranlarda ithalata ihtiyaç duyuyoruz. Daha da kötüsü, Türkiye’nin kendi kendine yeterliliğindeki düşüş son yıllarda daha da belirginleşmiş durumda.
Sadece bitkisel tarımda değil, hayvancılıkta da ciddiyeti giderek artan yeterlilik sorunları yaşanmakta. Bunu anlamak için bir kasaba gidip fiyat etiketlerine bakmak yeterli. TÜİK verileri de bunu söylüyor. Nüfusu artan, sürekli düzenli ya da düzensiz göç alan, yurt dışından gelen turist sayısının arttığı Türkiye’de, son üç yılda büyükbaş hayvan sayısı yüzde 9, küçükbaş ve kümes hayvanı sayısı yüzde 3 azalmış durumda. Doğru adımlar atılsa dahi, kaybedilmiş et üretim kapasitesini geri kazanmak bile ciddi zaman alacak, kırmızı ette ithalata bağımlılığımız önümüzdeki dönemde de sürecektir.
Tarım sektöründeki gerilemenin ciddiyetini anlamak için mikro verilere de bakmaya gerek yok aslında. Türkiye ekonomisi son üç yılda yüzde 22 büyürken, aksine, tarımın katma değeri yüzde 2 küçülmüş. Son 10 yılda tarım katma değerindeki artış, genel ekonomik büyümenin sadece üçte biri kadar olmuş. Bununla uyumlu biçimde, tarım istihdamı 2017 yılına kıyasla tam yüzde 13 azalmış! Tarımsal alanlarda ise son 10 yılda artış kaydedilmemiş.
Uzunca bir süredir davul zurna çalarak “ben buradayım, görün beni, bir şeyler yapın” diyen, son birkaç yılda ise kritik hale gelen bir “tarım sorunumuz” var. Konu sadece üretim kaybı olsaydı, uygulanacak doğru programlarla sorunu birkaç yılda çözebilirdik belki. Ancak, kişisel gözlemime göre, çözümü zor bir problemle karşı karşıyayız: Tarım artık yeni iş gücü ile beslenmiyor ve çiftçi nüfusumuzu kaybediyoruz! Tarımsal iş gücünün çoğunlukla orta yaş ve üstü bireylerden müteşekkil olduğunu ve gençlerin bu havuzdan uzak durmayı tercih ettiklerini gözlemlemekteyim. Yani, çiftçilik yok olmakta olan bir meslek gibi… İşte bu durum gerçekten uyku kaçırıcı.
Tarım sadece bir ekonomik faaliyet alanı değil, aynı zamanda toplumu biçimlendiren, ulusal var oluş için elzem bir yapılanmadır. Bu anlamda, ülke içi göçü, kentsel ve kırsal nüfusun sosyo-ekonomik ayrışmasını, genele yayılmış kalkınma gerekliliğini, ülke ve gıda tedarik güvenliğini, toplumsal beslenme ve sağlık konularını tarıma yer vermeden tartışamazsınız. Ve hatta, tarım, tüm bu konuların merkezinde bir yerlerdedir, öyle olmalıdır.
Enflasyonun kalıcı ve makul seviyelere düşürülmesini de tarımın sorunlarını göz ardı ederek, sadece para ve maliye politikaları çerçevesinde tartışamayız. Gıdanın TÜFE sepeti içindeki payı yüzde 25 civarında. Buna gıda fiyatlarından dolaylı olarak etkilenen lokanta hizmetlerini de eklediğinizde gıdanın payı daha da yükselir. Hal buyken, Türkiye’de gıda fiyat enflasyonu son 19 yılda sadece 3 defa genel enflasyonun gerisinde kalmış. Böyle bir durumda, tarım sektöründeki sorunlar sürerken, enflasyon tek hanelere indirilebilir mi?
Biri "yapısal reform" mu dedi? Neden işe tarımdan başlamıyoruz?